rebullavanda
2015 yılında omü'ye yerleştim. İlk kez samsun'a geldim. gerçekten çok iyi bir tercih yaptığımı samsun'a geldiğim ilk gün fark ettim. fark edilmeyecek gibi değil ki. sahil deniz mükemmel. çok güzel bir 4 sene geçirdim. üniversiteye başlarken geçer mi bu 4 yıl sorusunu sordum, son sene ne çabuk geçti bu 4 sene dedim.
ben samsun'da kalırken ekonomik durumlarda iyiydi. öğrenciler çok iyi bilir, üniversite durağında fnf vardı, dürüm ayran ilk gittiğim sene 6 tl idi. ben 2020 yılında memleketime döndüm. şuan fiyatları bilmiyorum. üniversite 2 de eve çıktım güzel konumu olan ve çok beğendiğim bir evdi. 4 yıl kaldım o evimde. 3 artı 1 çobanlı trenvay durağının dibindeydi. o zaman 700 tl kira veriyordum. tekrar samsun'a taşınmayı planladığım şu günlerde ev piyasasına bir baktım ve çok üzüldüm. 3 binden başlıyor ve 5 6 bine kadar gidiyor. başta emlakçılar sonra ev sahipleri hiç birinde vicdani ve ahlaki davranış kalmamış. 1+1 evlere 3 bin 4 bin 5 bin tl kira istiyorlar. öğrenci şuan 800 tl burs yada kredi alıyor. öğrenci ailesinden gelen destekle bile en fazla 2 bin lira ile bir ay yaşamak zorunda. birde evlerin altına açıklamaya yazıyorlar. memura. yüksek zekalı emlakçı abiler ablalar. kullandığınız telefonlarda uzaya gidecek teknoloji mevcut ama googleye girip memur ne kadar maaş alıyor bakmaktan acizsiniz. ya bugün bekar memurun maaşı 8400 5 bin tl kira yazmışsın. 3400 tl ile yaşamak mümkünse sen kiranı 3400 e indirde adamın cebine 5 bin kalsın.
gerçekten acımasız, vicdansız, duyarsız ve duygusuzsunuz.
çok para kazanmak için içinde bulunduğunuz soyguncu sistem eğer bir gün patlarsa ilk önce sizi vuracak.
themuallim
helllöööö diyerek giriş yapıyorum siteye.🌈
saygıdeğer ikizler'in yazısından ilham alarak buralarda arzı endam etmeye karar verdim. nasılsınız?
ben görüşmeyeli hele hele hele hele antepli oldum arkadaşlar💃
sizinle görüşmeyeli şahsi olarak hayatımda pek de bir şey değişmedi aslında. yine aynı ben, sadece mesleğimi gerçekleştirmeye ve farklı bir şehirde yaşamaya başladım. üç yıllık bir kpss süreci sonucunda 2022 şubatta antep'te bir liseye atandım. bu süreç benim için ilk başta çok zordu. thor'la da konuşmuştuk, maceradan maceraya atladım ilk atandığım zaman😅
öncelikle antep pahalı bir şehir, zaten günümüzde alım gücümüz belli maalesef ama antep'te bu durum ekstra diyebilirim. yemek kültürü bunu en çok besleyen durum bence. daha önce hiç güneydoğu turu yapma fırsatım olmamıştı, kulaktan dolma bilgilerle gittim oraya. çok katmanlı, her tür sosyal statüden insanla karşılaşabileceğin; bilindiği üzere farklı milletleri de çokça barındıran bir yer. aslında bizim için zorunlu hizmet adına ilk başta gelen bölge burası ama sevmek lazım. elbette hem fakültede okurken hem sınava hazırlık sürecinde "her neresi olursa olsun görevimi yaparım" diyordum, diyorduk ama iş bunla bitmiyormuş gerçekten.
bir yandan ev bulmaya çalışıyorum, bir yandan kültüre adapte olmaya çalışırken aynı zamanda mesleğime, öğrencilerime adapte olmaya çalışıyorum. en zoru kesinlikle ev bulmaktı, bu uğurda az kalsın yolum malum evlere düşüyordu dolandırıcılar sağolsun :)
şimdilik 4 aylık bir tecrübem var bu içinde bulunduğum tempoya dair ama okulum çok kötü, semti çok kötü, şartlar çok kötü. güzel olan tek tarafı sanırım çocuklar. ben buraya öğretmeye geldim ama kendim her gün ayrı bir gerçek öğreniyorum. ben onlara matematik öğretiyorum -en azından deniyorum :)- onlar bana kendimi öğretiyor. çok garip. ne olaylar ne olaylar. anlatırım bir gün, çok uzun. şuan çok idealist gidiyorum aslında ama umarım içinde bulunduğum sistem bunu köreltmez. kendime sabır ve daha fazla hoşgörü diliyorum.
velhasıııllll karanlık yollardan geçtik, zehir gibi sular içtik veee tekrar burada buluştuk. öpüyorum kocaman :*
Komutan Logar
açım ve bulunduğum yere yemek söyleyip gitme arasında gidip geliyorum. paket mi masa mı?
mimarlique
samsun da öğrencilik serüvenimin 5. senesinde sıradan bir memleket ziyareti dönüşü, iner inmez kendimden geçiren otogar soğuğuna karşı, arka çıkışa doğru yürüme cesaretinde bulundum. klasik, dolmuşun içinde ısınarak evime varırım düşüncesi durağa varır varmaz kasvetli bir sessizliğe bıraktı kendini. şoförün 3 koltuğa serilip uyuması bir yana dolmuşun çevresinde bulunan bir genç ve bir amca ile birlikte çalışmayan dolmuşu ittirerek çalıştıracak olmamızdan habersiz cama bir iki defa tıklatma cüretinde bulundum. şoför uyandı, battaniyesini toplandı, doğruldu ve sonrasında kapıları açtı. bavuldan mütevellit arka tarafa yerleştim ve ısınmak için bir takım kendime sarılma ve yüzey alanını küçültme işlemlerinden sonra artık araba çalışsada kalorifer denen icattan yararlansak diye düşünüyordum, marş1 marş2 marş3 tık yok ben çaresizliği kabullenmiş ne zaman 'şu arabayı bi itelim' direktifi gelecek diye bekliyorum, çok geçmeden kendimi sağ yanağı acuçlamış şekilde buldum zaten 3 kişiyiz biz 2 genç sağ sol geçtik, dayının ağızda sigara güya ortadan yardım ediyor. başladık asılmaya ama soğuktan ellerim dolmuşa yapışıyor, kapadım gözlerimi var gücümle itiyorum baktık ivleniyoruz salıp iter gibi yapıyorum ama araba çalışmıyor 3 kere marş bastık sektik geri geldik vs 200m yi buldu bizim itme mesafesi son garaja geldik ben bittim amca zaten yok olmuş gençte kenarda soluklanıyor dolmuş tin tin ilerlerken bir ışık, bir ses stop lambaları yanmış, motor çalışmış şoför sevindi geldi beni aldı topladık elemanları taksicilere, bizi izleyenlere karşın 'merhabalar aq' edasıyla yerleştik durağa, çok şükür şuan sıcak yatağımdan bu cümleleri aktarıyorum. belkise son günlerimi geçirdiğim samsumda ardıma bıraktığım bir anı daha, size günaydınlar bana iyi uykular, kendinize iyi bakın :)
Mona lisa
fakat ben bütün gayretime rağmen, içinde bulunduğum hayata ısınamadım. bu hayatı anlayamadım.
-alıntıdır.
dorttebirhukukcu
2014 yılında henüz 18 yaşında koca bir çocukken çok sevdiğim bir hocamızın ' benim dörttebir hukukçularım' hitabından esinlenerek dörttebirhukukçu olarak bu mecraya giriş yaptım. yolu yarıladığımı sandığımda artık koca bir çocuk değil omuzlarındaki yükleri taşımakta zorlanan küçük bir kadındım. dörttebeşhukukçu olarak buraları terk etme umudunda olduğum şu sıralarda çok düşünüyorum.' - eee sen neler yapıyorsun?' sorusuna verilen ' - okuyorum cevabının ' içinde ne çok mücadele barındırdığını, 'sizin için çalışıyoruz, her şey sizin için, sizin için yaşıyoruz' edebiyatı yapan ailemin neden bir kere 'nasılsın, hiçbir şey senden kıymetli değil'demediğini, yalandan da olsa mezuniyet günümde tebrik beklediğim dayımın ' o cübbe asıl annenin hakkıydı' demesinin kendimi nasıl değersiz hissettirdiğini; lafa geldiğinde arkadaş gibi olduğumuzu iddia edip sadece bütün sıkıntılarını üstüme kusmakla yetinen, kocasının aynı zamanda benim babam olduğunu unutan anneme ne kadar kızgın olduğumu.... herkesin sorunlarla başa çıkabilme potansiyeli aynı değil, şu sıralar içinde bulunduğum psikoloji derdimin çok olmasından değil bunlarla başa çıkamamamdan;kızgınlıklarımı, kırgınlıklarımı ardımda bırakamamamdan... 7-8 yaşındayken annemin kardeşimi eve gelen misafirlere - işte bu benim umudum diye tanıtmasını unutamıyorum mesela, ne için söylediğini hatırlamasam da -senden umudu kestim dediği aklımda... bizim için ne kadar çabaladıklarını, sıfırdan başlayıp ne kadar çok yol aldıklarının farkındayım, hep farkındaydım, 'yok'tan hep anladım. dünyaya gelmeyi ben seçmedim bana bakmaya mecburlar demedim hep yaptıklarının karşılığını vermek için yaşadım, onları hayal kırıklığına uğratmak en büyük korkum oldu, kendi hayal kırıklıklarımı hep sineye çektim. köpek gibi hep bir aferin bekledim. keşke biraz bencil olabilseydim, bu kadar yıpranmaz, güçsüz kalmazdım, belki o zaman 'hiçbir şey benden değerli değil' diyebilirdim. çünkü bir zaman sonra buna kendini inandırmak çok zor oluyor. dönüp baktığınızda hayatınızın 23 yılını ne kadar saçma sapan bir şekilde harcadığınızı, halden anlayan çocuk olmanın omzunuzda koca bir yükle dolaşmak demek olduğunu fark ediyorsunuz... eğer aranızda anne baba olanınız varsa çocuklarınıza sizin projenizmiş gibi davranmayın, başarısız olduğunda nasıl fark ediyorsanız başarılı olduğunda da fark edin; onlar için yaptıklarınızı, vazgeçmek zorunda kaldıklarınızı nimet gibi yüzüne vurmayın ... telafisi güç olabiliyor. size olan siniri, kırgınlığı size olan sevgisini, sizi kırma ihtimalinin korkusunu aşamadığından siz farkına bile varmadan bu hayata ancak ilaçlarla katlanabilecek hale geliyor...
ikarus✨
bulunduğumuz ortamlarda çalışan insanlara bir "günaydın" ya da "kolay gelsin" demek çok zor olmasa gerek ki bu davranış bize 100 misli ile geri dönüyor çoğu zaman. başımdan geçen bir olayı kısaca anlatmak istiyorum.
kısa bir süre önce yaklaşık 1 hafta hastanede kalmak zorunda kalmıştım. bu süre zarfında hemşiresinden doktoruna, hasta bakıcısından temizlik personeline kadar o servisin tüm çalışanlarını gözlemleme fırsatım olmuştu. hemşireler ve doktorlar zaten işlerini iyi takip edip ilgili davranıyorlardı, ben de temizlik personellerini gözlemlemeye karar verdim. rutin temizlikleri sırasında hal hatır sordum, kolay gelsin dedim ve hani en basitinden sildiği yerlere daha kuruman basmadım. bunlar çok basit şeyler bakıldığı zaman. bir de bunların hiçbirini yapmayıp bu personellerin yüzüne bile bakmayan hasta yakınları vardı. İnanır mısınız ben sırf bu şekilde davrandım diye neredeyse 2-3 saatte bir çarşaflarımız değişiyordu,odamız gün içinde 2 defa siliniyordu, el dezenfektanımız daha bitmeden bile yenileniyordu, fazladan 2 yastık daha alabildik, gece üşüyünce battaniye bulabildik, çayımız kahvemiz eksik olmadı... tüm bunları sadece bir "kolay gelsin" ve "nasılsınız" ile yaptım. şimdi belki size bunlar zaten olması gereken, normal seylermis gibi gelebilir ama insan 1 hafta gibi bir süre hastanede kalınca bu anlattıklarım birer nimet sayılabilir. ya da ben uzun zamandır "insanlık namına" pek bir şey görmüyorum :)
çok uzattım. demem o ki hayat zaten yeterince zor, insanın mutsuz olması için bir çok neden var, bari biz birbirimize yardım edelim, iki güzel söz bir sıcak gülümseme ile birbirimizin hayatında fark yaratabiliriz. siz birine güleryüz gösterdiğinizde mutlaka bunun karşılığını alırsınız. tamam kabul ediyorum çok büyük mutluluklar değil bunlar ama hangimizin hayatında her gün mutluluktan ağlayacak derecede büyük mutluluklar yaşanıyor ki? böyle böyle küçük şeylerle en azından yarıştan kopmamış oluyoruz.
kısaca anlatıcam dedim olay nerelere geldi :)
ladylazarus
stefan zweig ve o dönemdeki insanlar uçağın icadıyla çok heyecanlanmışlar. zira uçakların, kaosu yaratan sınırları aşıp, ortadan kaldırarak barışı getireceğine inanıyorlarmış. aynı nesil, huzur getireceğine inandıkları o uçakların bombalar bırakıp, ülkeleri yerle bir ettiğine şahit olmuş.

ben de bazen tam olarak böyle hissediyorum, sınırlarımın aşılıp, değer verdiğim şeylerin infilak ettiğine şahit oluyorum.

camus' un aklımdan hiç çıkmayan satırları dönüyor beynimde : '' bir akşam, dalgın dalgın hoş bir kitabı karıştırırken, bir an bile duraksamadan: ' tutkulu ruhların çoğunda olduğu gibi, hayattaki inancının tükendiği an gelmişti. ' cümlesini okudum. bir saniye sonra, cümle içimde bir kez daha yankılanıyordu ve gözyaşlarına boğulmuştum. '' işte tam böyle bir anda, ağzınıza aldığınız bir yudum suyu, yüzünüzü kapatıp, defalarca denemenize rağmen yutamayışınızı nasıl açıklarsınız insanlara ? hıçkırıklarını tayin edemeyecek denli acılarından korkan insanlar bilemez yutkunmanın esasında bir savaş olduğunu. oraya buraya iliştirdiğim cümleleri , bana ait bir defteri yanlışlıkla eline alan insanlardan canhıraş saklamanın aciziyetini nasıl anlatırım ? en mahrem gizlerimi bilecek, benim gördüğüm gerçeği göreceklerini sanırım. oysa tüm mahremiyeti cümleleri olan bir insanın gizlerini kavrayamazlar.

insanların hüzünleri ve mutluluklarının sahteliği ve basitliğiyle afallıyorum, bu yüzden uzun süredir cümleleri yalnızca o an ' öyle söylenmesi gerektiği ' için kuruyorum. karşımda duran insanın ruh halinin bende yarattığı kayıtsızlık düşüncelerimi ve cümlelerimi engelliyor, içinde bulunduğum duruma vereceğim karşılığı yerine getirmeye zorluyorum kendimi. hatta bu bazı zamanlar o kadar suni bir şekilde gerçekleşiyor ki, cümle dahi kurmadan birkaç mimik ve belki bir sarılışla geçiştiriyorum. bu kayıtsızlık bir yandan beni memnun ediyor, gerçekleşmesi adına çabaladığım birkaç hayalim var , zamanımı ve düşüncelerimi bunlar için harcamayı yeğliyorum. bununla birlikte günlerim, her biri bir başka duyguyu yansıtan kendi portrelerim arasında hangisinin ben olduğuma karar vermekle geçiyor. bir sonuca varamıyorum zira hepsi benim. nitekim bu da bir sonuca tekabül etmiyor ve hepsi birleşip yalnızca bir silüet oluşturuyor. her gün görüp, derisinden öteye geçemediğimiz herhangi bir yüz.. herkesin gerçeğini ve acısını taşıyabiliriz fakat kendi gerçeklerimize vakıf olmanın acısını taşıyamayız. insanın kendini salt aynada görebilmesinin sebebi bu sanırım. ' kim kurtaracak beni var olmaktan ' diye fısıldıyor yazar.




aynadakinin çilleri var, benim yok.
iyikalplipsikopat
bitmeyen kimlik karmasasi

dalgalar halinde ara ara depresyona giriyorum ve her defasinda suresi ve etkisi dahada uzuyor 1 tetikleyici miknatis gibi hepsini cekiyor ve sonuc nefret dolu intihar egilimli gece basini yastiga koydugunda uyanmamayi dileyen bir hal

ayni ben 1 hafta oncesine kadar guzel hayaller icindeydi gerceklerden uzakta olsa erdem anlaminda guzel hayallerdi.zengin bir oyuncuyum ve ulkem icin yatirim yapiyor ciftciler isciler icin cabaliyorum, milyarder bir is adami olmusum ve tum cabamla fakirler aclar icin cabaliyorum falan

halbuki suan milyon dolarlarim olsa bile bu sadece anlik gecici bir doping etkisi yapar yeme eglenme zevk icinde yasama ve doyuma ulastiktan sonra ayni yere donme.ne icin yasiyorum?kendim?ailem?sevdiklerim?hicbiri oylesine bos anlamsiz isteksiz ve zoraki

biktigim duygusal karmasalar, vicdanim ve nefretimin surekli yaptigi kavga, sadist arzularimi duzeltme cabam, annemin zavalli her seye kosturmaya calisan bizim icin cabalayan hali, babamin insana adeta tecavuz eden soz hareket ve davranislari, kiz kardesimin odasindan cikmayan gunde 12-13 saat uyuyan anorexiaya yakin zsyiflik hali hepsnden yoruldum.tum.cocukca duygulardan arindim olgunum icimde bulundugum durumu anliyorum

bu yorgunluk ancak nefret dolu dusundgumde veya sadist cinsel seyler dusundugumde gizleniyor ki yorgunlukta bunlarda gecici.sacma sapan bir dongu ve asla bitmiyor

4-5 gun once spora yazilmayi dusunuyordum uygun fiyatli salon bulmustum ki yol param disinda 2 hafta boyunca 50 liram kaldigini ogrendim, daha sonra tiyatroyla alakali bir cest kursta denilebilecek bir sey buldum, katilan insanlara baktim ve onlarin karsisinda ne kadar ezik oldugumu farkettim iste hayal dunyasiyla kendimi uyusturmusken beni bir anda gercek dunyaya donduren shock bu 2 seydi.bu cok acik ben degisemem.bunun icin yoka yakin bir arzum 0 cabam ve 0 a yakin yasam istencim var.kendim dahil her seyi curuyorken gormekte oldukca keder verici ama bu histende uzaklasiyorum.bir anlik cinnet bir anlik cesaret sonum boyle olacak bunu biliyorum.evet fazlasiyla yaptigim devamszligs ragmen bugunde okula gitmedim hep kimligimi sorguluyordum yasam istencimin verdigi yasama tutunma umudu ile ama artik pek umrumda degil bedensel fizyolojik ihtiyaclari karsilamak disinda yasamiyorum ki bu durumun ahirdaki hastalikli curumeye baslamis yari olu bir hayvandan farki yok ve bir cikis yoluda yok hayatta olmak bu kadar aci verici sinir bozucu ve yorucu oabiliyormus meger
bishop
empati: bir başkasının duygularını, içinde bulunduğu durum ya da davranışlarındaki motivasyonu... amaaaan, özetle diyorum ki aynı şeyi senin anana bacına yapsalar hoşuna gider mi??
Артем
nasılsınız gençler,benim garip ve karışık yazılarımı özlediniz mi :d dhshshdn özlediğinizi varsayıyorum ve hemen başlıyorum özleminizi gidereyim
(bugün biraz fazla hızlandım)
abi saçımı kestirirken sakalımı da biraz kısalttırayım dedim keşke yapmasaydım fetüse döndüm lan (büyük boy çöp poşetlerinden kendime rahim oluşturup içinde sağa sola tekme atasım var ) :d tabi sadece bana öyle geliyor olabilir,biraz paranoyaklaştım herkes beni izliyormuş gibi hissediyorum :d ben birşeyi merak ediyorum bir insanı tanımadan ondan nasıl hoşlanıyorsunuz bunu bana öğretin,aaaa ben seni arkadaşım olarak görüyordum pis şerefsiz diyorlar sonra,onu da anlayabilmiş değilim birini tanımadan nasıl sevebilirsin.test aşamasında olan yazılımlar gibi olur.sürekli bug çıkar takılır sinir eder hayattan soğutur, sonra bir taraf ya olmuyor sevmiyorum diyor ve karşısındaki insana ne yaşattığını düşünmeden keyfine göre gidiyor bari özür dile insanların duygularıyla oynamayın lan yazık,eminseniz ilişkiye başlayın ileri de sizin elinizde olmayan bir olay olur yollarınızı ayırmanız gerekir(ayrılık gene acıtır ama iki kişide yapılması gerekenin bu olduğunu bilir öyle bir durumda)ama kalp kırmaz ve kalbiniz kırılmaz,bencil olmayın lan dünyada ki en önemli şey kendinizmiş gibi hareket etmeyin çünkü değilsiniz.insanlığa,bilime katkıda bulunduysanız kendinizi daha fazla düşünebilirsiniz.kalbinizin kırılması size diğer insanları kırma hakkını vermiyor en nefret ettğim insan tipidir.ben çok üzüldüm o yüzden üzüyorum elimde değil,hadi lan sie elinde değilmiş gayette elinde ulan.ben bu mantıkla hareket etseydim akıl sağlığı bozulurdu herkesin delirirdi millet...neyse bu da böyle bir yazımdır
Eleni
her an, her saniye hayatın trajikomikliği yüzüme fırtınadan sıyrılmış bir rüzgar ile sert bir çarpışma sergiliyor. aklımda sürekli olarak daha "dün böyleyken bugün böyle mi yani?" cümleleri bölgesel bir yer gütme işlemine girişiyor. girişimler sonuç buldukça "peki 5 dk öncesi ve sonrası?" sorularına maruz kalıyorum. çoğu kez aklımı yitirdiğimi, yitirmek üzere olduğumu fark edip yitirmemek ile cebelleşirken buluyorum. çok zaman önce kendi kendime konuştuğumu fark edişimden söz etmiştim frank; kafam güzelken farkındalığımı hiç sayıp ikili kişiliğe bürünüyorum. "lan dur ve sus!" tepkisini vererek girdiğim her diyaloğa olumsuz bir cevap alıyorum. İç sesim, ben. İç sesim benden bağımsız bir yol izliyor ve bu yolun sonundaki ayrımda farklı yollara gitmemize engel olarak beni kendisiyle sürüklüyor. bazen dağı taşı delmeme yardım ederken bazen de dağı taşı üzerime deviriyor. var olduğunda bir simiti çekinmeden bütün haliyle verirken yokken bir susam tanesini bile çok görüyor.(evet konuya martı ile devam edecem çaktırmak yok.) şu çaktırılmaması gereken martıya gelelim. ortak yanımız çok haytayla. aslı etçil iken bulunduğu zemin onu otçul bir yaratık kılıyor. hayır hayır onunla ortak noktamız zorla şekillendirilmek değil, zira sıvı dahi olsam bulunduğum kabın şeklini aldırmaları bir hayli kaba et istiyor. (tam üzerine bastın, bırak ayağın orada kalsın.) benzerliğim yaratık olmasından geliyor. eh, yani bizim de iyi yanlarımız yok değil. yine de arada bir kafam karışıyor. sahip olmak istemediğim bir iyiliğe, sahip olmak istemediğim bir kötülüğe sahip oluyorum. çoğunun arkasında yatan vicdan azaplarım oluyor. o azabı ise bir vicdanım olduğunu söyleyerek tebessümle örtbas ediyorum. başkalarına söyleyerek değil tabii, insanların deli olduğumu düşünmesini istemem.
Eleni
sınav haftası kimileri için bitti (mesela benim için frank), kimileri için de devam ediyor(kesinlikle ben değilim.). bu süreç boyunca balık istifi olan ringlerden (r-11 işte) gına gelmişti. sınava yetişmen gerekiyor ama tüm ringler dolu, sen bir sonraki gelene binerim diyene kadar bir sonraki ring gelmiştir ve o da dolu. ring mi sana binecek, sen mi ringe bineceksin orası muamma.(ne büyük hüsran; anlatılmaz, yaşanır frankcım.) en son sınava geç kalacam korkusu ile, hani sınava çok çalışıp yapabileceğinden ve heyecan ile soruları görmeyi arzuladığından değil,(zaten sallamasyon devreye giriyor, hem de istemsizce.) sadece bir umut düşük de alsam gireyim de kıl bir hocaya denk gelip “finilimi girmi ivlidim” demesinden çekindiğin için ağzına kadar dolu olan ringe binmeyi hedefler(gerçekten yetenek işi.) ve gelen ringe popon dışarıda kalsa bile binmeye çalışırsın. bindikten sonra çantayı arkaya alıp kaba eti sağlama alma kısmını es geçiyorum tabii. havalar soğuk diye bir nebze de olsa çekilir durumdadır bulunulan kalabalık. İğne atsan, yere düşmemesi sana batmaz. 1. durak, 2. durak, 3. 4. 5. 6.(ineceğiniz yere göre değişir.) derken ringten iner, suni teneffüs yapılmış da hayata sudan çıktıktan sonra ilk defa gözlerini açmışsıncasına derin bir nefes almışsındır.(gökyüzü doluyor ciğerlere.) sonrasında adım adım sınavın bulunduğu sınıfa yürüyorsun ve gözlerin boş bir yer arıyor. o da ne? yine hüsran, feryat figan bu kalbim. boş yer bulabilene ne ala. bulamayanlar ise diğer sınıfa yol almak zorunda. zorunda da zaten ring beklerken yeterince geç kalmışsın, üstüne bir de bu ama yapacak bir şey yok. “tabana kuvvet öğrenci!” dedikten sonra bir diğer sınıfa doğru seri bir şekilde varma çabasına bürünmüşsündür. gözlerin sınıfın önüne gelince kapanmış ve “hadi be, hadi boş bir yer olsun.” demiştir. sınıfa girdin mi? girmedin henüz çünkü gözlerin kapalı. önce bir aç da düşme. açtık gözleri, sınıfa girdik. onliyyuuuuu.. “boş yer var lan.” çığlığı atarsın, bir şartla. İçinden atacaksın, yoksa deli bu bakışlarına maruz kalırsın. boş yere oturur oturmaz, hoca gelir. (erken gidenler ne de şanslı!) sınav kağıdını dağıttığı ilk birkaç dakika “neredeyiz?, burası neresi?, neyi?" soruları ile cebelleşmiştir beynin. o minik şokun ardından yallah bismillah diyip sallamasyona başvurursun. (bu zaten belliydi frank, söylemiştim en başta.) bazen sallamasyonun yeterli olmaz, sorunun aynısını yazıp cevap gibi görünmesini sağlarsın. çanlar çaldı hem de bizim için. sakin olun, sakin. çanı seslendiren gözetmen hocanın “çıkmak isteyen çıkabilir.” cümlesi. atlı kovalıyor ya herkesin arkasından, millet apar topar hocaya yönelmiş ve kağıtları vermeye çalışıyordur. ama bir dk, bir dk, lan van münit dedik. genelde bir şeyler almak için sıraya girilirdi, n'oooldu? neyse. verdin kağıdı çıktın, süreç bitti. eve gitme aşamasını da anlatmayalım ama değil mi.
Eleni
bir dizide, bir filmde, bir kitapta (kısacası hatırlamadığım bir yerde, hatırlıyorum ama bilerek söylemiyorum. çünkü neden söyleyeyeyeyeyim?) denk gelmiştim. sen şimdi “neye denk gelmiştin yahu? gevelemesene lafı kepçük ağzında!” diye söylenmeye başlamışsındır frank, başlama. “bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir süvariyi, bir süvari bir bölüğü, bir bölük de bir ülkeyi kurtarır. yani hayatta gerçekleşen her durum, yapılan her eylem değerlidir. küçük gibi görünen durumlar, etki ettikleri olayları bambaşka bir hale büründürebilirler.” çok mantıklı değil mi? bence de. düşünüldüğü zaman neredeyse hepimizin hayatını etkiliyor. düşünsene ufacık bir olay ölüme/ölümlere ya da yeni bir doğuma/doğumlara neden oluyor. bu doğum sadece candan can çıkması olayı değil. geniş düşün frank. ruhun yenilenmesi gibi mesela, düşüncelerin yenilenmesi gibi ya da. tabii sadece bunlar ile de sınırlı değil. (pöff manyadık iyice.) şu an çok aptalca şeyler düşünüyorum, hem de çok. küçüklüğümün kahramanı olmayan yaşlılarını, gençlerini, veletlerini. (evet hepsini düşünüyorum, çünkü olaylar gerçekleşirken yaş göz önünde bulundurulmuyor.) neler yapıyorlar acaba şimdi? aralarında zengin olan var mıdır ki? keşke birilerinden bize miras kalsa be! sürekli uykularımızı bölen şu sivrisinek vızıltısı rahatsızlığına sahip telefonlarımızın sesi sadece bir gün saçma sapan nedenler ile uyandırmaya yaramak yerine “zengin oldun lan denişik şapşik, sevin!” diye şaşkınlık içinde bıraksa. olur da zengin olursam hani çooooook çooook uzak bir ihtimal ama hani olur da olursa (vazgeçtim söz etmeyecem hayallerimden) zengin olmuş olacam işte. sonra bir zamanlar fakir ama gururlu bir genç lezbiyenimsi gay vardı moduna bürünürüm, oh mis. sonradan sonra ise yansın geceler; bertuğlar, pelinsular, eceler, mertler. sabaha kadar cistak cistak. şaka lan. gelecek kaygıları ortadan kalkmış oluyor sadece. bize lazım olan mutlu olmak, mutsuz olduktan sonra trilyoner olmuşsun neye yarar di mi!(trilyoner olmayı seçiyorum.)
Eleni
selam yine ben frank.(size slm yoh.) başlangıcı az önce yaptığım bir olayı anlatmakla gerçekleştirmek istiyorum. bilirsin beni, deli hallerimi. dengesizliğimin zirve bulduğu, yeri geldiğinde aslan kesilen, yeri geldiğinde pisiciğe dönüşen tavırlarımı. kitap ayracım vardı bi dane. (ewt sadece 1 tane.) fazla kitap ayracı bulundurmam, bir tanecik kitap ayracım olur mesela tüm kitapları gezer. hepsinin kokusu siner üstüne. ben o kitap ayracımı kafa dağıtmak için kaybolmayı tercih ettiğim bir zaman diliminde unuttum. kendim kaybolmaya çalışırken ayracımı kaybettim. sonuç? sonuç olarak; ayraçsız kalan bir “ben”(kişi zamiri olan ben) söz konusu oldu. böyle olunca da doğal olarak okuduğum kitaplarda nerede kaldığımı ayırt edemez oldum ve sayfalar arası dejavu geçişleri yaşadım. en son dayanamadım, “yok yani olmaz böyle” dedim.(başka bir şey de demiş olabilirim, hatırlamıyorum!) sallama çayın ipli kısmını dişimle koparıp(beni gidi yamyam.) kendime kitap ayracı yaptım. bence fazla güzel oldu. nostalji kokan eskimiş bir şapkam, yamalı bir paltom olmayabilir ama garip bir ayracım var artık. (sizi trip-canlar-sular size de selam lan.) ewt. başlangıcı yaptım şimdi başka başka konulara geçiş yapalım. havalar soğudu mesela(bize ne havadan), suların kireç oranı ise yüksek(uff). senelerdir samsun’dayım ama alışamadım birkaç şeye. tabii bunun yanı sıra alıştığım şeyleri de mevcut değil, değil.(anladın mı bu cümleyi frank? çok karışık oldu gibime geldi bir an. kısa bir alt yazı geçeyim derken bir hayli uzattım ama demek istiyorum ki; alıştığım şeyleri de var.) sonunda kapatabildim parantezi, neyse biz devam edelim.

~
😝
~

admiral
arkadaşlar bugün başımdan geçen ilginç bir olayı sizinle paylaşmak istiyorum. beni canik ilçe milli eğitimden aradılar ve ücretli öğretmenlik için başvurum olduğunu bir yerde açık bulunduğunu gelmek isteyip istemediğimi falan sordular bende şartlarımı sundum kabul ettiler neyse kaydımızı yaptırdık ben dedim bi çalışacağım okula gideyim müdürle görüşeyim okula gittim durumu anlattım müdür beyler toplantıdaymış bekle dediler neyse aradan bi 30 dk geçti bi adam geldi müdür yardımcısıymış elimi uzattım doğru düzgün sıkmadı bile neyse odasına gittik oturduk dedim ben yüksek lisans yapıyorum şu şu günler boşum sizin haberinizde varmış dedim he he falan dedi yüzüme bakmıyor bu arada adam. neyse senin ilk öğretmenlik deneyimin galiba değil mi dedi bende staj yaptığımı bir çok kez derse girdiğimi söylesem de neyse onu ayarlarız ismin neydi he sen bi numara bırak keşke deneyimli olsaydın neyse falan diyo bende çok üstelemedim ilk günden neyse dedim şimdi size soruyorum devlet tecrübesiz istemiyor özel istemiyor ben nerde tecrübe kazanacam kahvehaneye gidip millete ders mi anlatacam anlamadım. geçende isim veriyorum sınav kolejine gittim diyo seni stajer olarak 1 sene çalıştırırız sonra bakarız kaç para verceksiniz dedim para mı? diye güldü adam. o öyle gülünce ben teşekkür ederek çıktım. çünkü ben stajer olmasam bedava çalışcak sırada bekleyen o kadar çok mezun öğretmen var ki. ahh ah...
Eleni
bedenimi o yazın sıcağında serinlemek adına ruhumu güzel bir varlığa teslim edercesine serin sulara bırakmıştım. daha doğrusu henüz bırakamadığım bir andı, sebebi ise tamamen suyun gerçekten de akan sümüğü donduracak derecede soğuk olmasıydı. adım adım, usulca ama fazlası ile usulca, emekleyen bir bebeğin afallayışı ile çakıl taşlarını geçerek ki her bastığım çakıl taşı ayağıma ciddi hasarlar vermemekle beraber dikenler batıyormuş gibi bir acı veriyordu. hiç unutmam! yalın ayak gezmemin cezası işte. zaten denize sandalet ya da ayakkabı veyahut terlikle girecek değildim, çok istiyorsanız kendiniz girin. birkaç acı dolu adım sonrası bir maviliğe ulaşmıştım. huy mudur, refleks mi bilinmez. suya yaklaştığımda önce ayak parmak uçlarımı batırdığım suyun derecesini ölçme girişiminde bulunmuştum. o soğuk su “bu ne be!” diyerek titrememe ve soğuktan ötürü irkilmeme sebep olmuştu. denize aşıktım. değil soğuk su, kaynar su dahi olsa hiç düşünmeden girerdim. bu da aşık olunca kör olmanın bir göstergesi sanırım. vazgeçmeyip yavaş yavaş üzerine bastığım taşlara meydan okurcasına geri adımlar ile koşa koşa birkaç metrelik uzak bir mesafeye gitmiştim. hayııır düşündüğünüzün aksine acımamıştı ayakçıklarım, salgılanan hormonlardan olsa gerek. çok ötede bulunan bir cafede çalan bir şarkı eşlik ediyordu o gün bana ve tabi ki de en çok güvendiğim varlık, yalnızlığım. evet yalnızdım, tek başımaydım yani. bulunduğum yeri umarım hatırlıyorsunuzdur. hah! İşte tam oradan “tabana kuvvet” diyerek arkamda atlılar varmışçasına denize koştum. önce ufak bir şok, sonrasında ufak bir alışma süreci ve bam! sudan artistçe bir çıkış. şaka be şaka artistlik söz konusu değildi, her ne kadar kendimi o an göremesem de saçlar inek yalamış gibi bir şekil almıştı. suya alıştıktan sonra yüzmek yerine nedendir bilmiyorum, hani amacım neydi? onu da bilmiyorum. kendimi sırtüstü suya atıp suyun üzerinde kalmaya çalışıyordum. ara sıra kulaklarıma kaçan su yüzünden cafeden gelen şarkı sesini duyamıyordum ve tam batacakken kendim doğrulmaya çalışıp daha da çok batıyordum. salak işi ama ben gayet keyif alıyordum frank. uzunca saçmalamalarımın ardından denizden çıkıp şezlonglardan birine yönelmiştim. bütün düşüncelerimden arınmış gibiydim. birkaç adım sonra oturacağım yere gelip oturarak az önce tenimin örtüsüne büründüğü denize bakmaya başlamıştım. deniz tenimi, tenim denizi taşıyordu. zihnim ise arındığımı sandığım düşünceleri. gibisi gerçekten de vardı, düşüncelerimden arınamamıştım. ama sonrasında o düşüncelerim soyut da olsa okyanusları keşfetti ve artık okyanuslara da aşığım.
Eleni
kumsalı gören yürüyüş yolunun biraz ilerisinde bulunan bankta oturmak yerine bir çalı ağacının dibinde oturmayı tercih etmiştim. dalgındım, yorgundum, ara ara ağlar, ara ara da “bunlara mı ağlıyorum?” diye düşünerek tebessüm ediyordum. etrafımdaki sesleri sesi sonuna dek açtığım tek bir müzik ile yok saymıştım. gürültülü bir ortam olması olanaksızdı aslında, gecenin bir vakti orada ben gibi bir deli dışında kimin ne işi vardı ki (sahil güvenlik hariç)?. hava biraz soğuk, çok az da sıcaktı. siz bu havaya ne dersiniz bilmiyorum da ben boktandı diyorum. öyle boktan bir havada oturmuş saçma sapan düşüncelere esir oluşumdan kurtulmaya çalışıyordum. yürüyüş yolunda yarım saat ara ile sahil güvenlik devriye atıyordu, her yarım saatte bir 2 farklı yüz görüyordum. dedim ya yorgundum, istemsiz ruhumun yorgunluğu bedenime de yansıyordu. ufak kum tanecikleri ile dolu zemine bıraktığım ellerimden destek alıyordum. yanımda duran kitabım dalgınlığımın son raddelerindeyken kendime gelmemi istercesine rüzgarın etkisi ile yapraklarını çeviriyordu. polislerden birinin dikkatini çekmiş olsam gerek ki kimin dikkatini o saatte kim neden çekmesin? akıl işi değil. son geçişinde bulunduğum yere bakarak geçip gitmişti yanımdan. bu sefer yarım saat ara ile devriye atan yürekli polis süreyi yarıya indirip geri gelmişti. gelmişti de bu sefer öylece çekip gitmemişti yanımdan. yanımda durduğunu fark edip kulaklığı çıkarmam ile “iyi misiniz?” sorusuna maruz kalmam bir olmuştu. oysa iyiydim, ağlamayı keseli saatler olmuştu. ufak bir tebessüm ile “iyiyim, teşekkür ederim.” dedikten sonra “kimliğinizi görebilir miyim?” demişti. tabi isteme sebebini tuhaf karşılamamıştım, bulunduğum şehir o saatte sahilde birinin oturmasının sağlıksız olacağı bir şehirdi. yine de “neden?” diye yönlendirdiğim sorunun yanında içimden “hayvana bak be!” demiştim. aslında biraz ısrar etse yapabileceği hiçbir şey yokken her şeyi anlatacak kadar doluydum. kimliğimi uzattım, bekledim, telefon ile aradığı kişiye gbt sorgulattı, kimliği uzattı, çilekli link sevmem. tam “tamam gidiyor işte kaldığım yerden oturmaya devam ederim.” demişken anlamışçasına “üzülmeyin, hiçbir şey için değmez.” diyerek yanımdan ayrıldı. o cümlenin ardından ben salya sümük ağlamaya başladım frank.. tabi ki şaka! “üzülmüyorum.” dedim kısık bir sesle, zaten bağırarak söyleseydim bile kimse duymazdı, duyamazlardı. şu an çoğu şeyi duyamadıkları gibi.
Eleni
büyük umutlarla keşfe çıkıp da her adımda ne olur, ne olmaz kaybolmamak için ardına ekmek kırıntısı olarak umutlarını serpmeye benziyor bazı şeyler ve sen ilerledikçe frank yani biz işte, bizler ilerledikçe serpecek umutlarımızdan eser kalmıyor. bir süreliğine, kısa, çok kısa bir süreliğine bulunduğun yerde duraksayarak başından geçenleri bulunduğun yere nasıl, ne şartlarda geldiğini gözden geçiriyorsun. keşfe çıktığın yollarda kaybolmamak için feda edilen umutlara yazık edildiği geliyor aklına. sonra bir heves sırtını çevirip arkana bakıyorsun ve o arka tam olarak senin geçmişin oluyor. baktığın da ise gördüğün tek şey hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığından başka bir şey olmuyor. eğilip serptiğin umutları toplamaya çalışıyorsun ama toz, toprak bulaşan umutlardan elin de kirleniyor. elinin kirine bakmaksızın bir bir avuçluyorsun umutları, avuçladığın umutlar kirlenmiş de olsa bir anda yeni keşiflerinde hep yanında oluyor ama bu sefer akıllanmış oluyorsun, gereksiz çar çur etmiyorsun. nereye gideceksen kaybolma riskini göze alarak kirli umutların ile gidiyorsun. ben şu an o yollardan birindeyim frank, elimde kirli umutlarım ve kaybolmayı göze alarak ilerlediğim bilinmeyen bir yol.
Galaxygirl
şu itiraf sayfalarına yazanı anlamıyorum .İki dakika aynı otobüste bulunduk senden hoşlandim iki dkkada beni bul "gibi vs yazılar var hayır gerçekten o kişinin çıkıp o kişi bendim seni buldum demesini mi bekliyorsun ?e bulunca nolacak?yani iki dakika da aşk olmaz iki dakika da aşık olan iki dakika sonra başkasından hoşlanır .sadece aşk gibi özel bir duyguyu basitlestiriyorlar ya dicektim birşey bulamıyorum .ha uzun süredir sevenler başka ,tek tavsiyem beni bul gibi ilan vermek yerine seviyorsanız gidip konuşun bence alt tarafı incinirsiniz ama olmezsiniz ,klavye delikanliligi yapmayın

Selam Ziyaretçi

Gördüğüm kadarıyla henüz giriş yapmamışsın! Lütfen giriş yap, bekliyorum :)