jaddar
koydum çayımı bardağa yazmaya başlıyorum. bugün okuduğum simone ve sartre hakkında yazmak istiyorum. İki dost mu aşık mı desem bilemiyorum onlara. birbirlerini seviyorlar ama yazmayı sevdikleri kadar değil. bu yüzden daha çok aşklar, sevdalar yaşamaları gerektiğini düşünüyorlar. eninde sonunda birbirlerine geri dönmeye karar vererek ayrılıyorlar. biri askere biri öğretmenlik yapmaya. simone, feminist olsa da kadınlık içgüdülerine yenik düştüğü zamanlar da oluyor, sandığı gibi kolay gelmiyor sartre'ı başkalarıyla paylaşmak. ancak zamanla bu kararlarının doğruluğu açığa çıkıyor ki ikisi de çok güzel kitaplar kaleme aliyor. sartre elle tutulmayacak birkaç ilişki yaşıyor zaten evlenmek fikrinde bir erkek olmadığından uzun vadede düzgün bir birliktelik yaşayamıyor. ama simone başka biriyle evleniyor ve ona aşık oluyor. yolunda gitmiyor işler ayrılıyorlar. ayrıldığı eşinden sonra ona ilgi gösteren biri oluyor. bu o kadar ağrına gidiyor ki şu satırları yazıyor: "hıçkırıklara boğuldum, sizinle ayrıldığımızdan beri yaşamadığım türden hıçkırıklara. biri beni sevmek istiyordu ve o siz değildiniz. kabul etmek size veda etmekle aynı şeydi."
şimdi simone'nın ölümüne az kala biraraya gelmiş bu iki insanı hikayenin başında yargılıyordum. çünkü nasıl olur da insan sevdiğini başka bir şeyle -herhangi bir eşya, bir kişi- bir görür ya da daha alçak? sonra anladım ki onların sevgilileri yazmaktı. senin, benim bir insana aşık olmam gibi onlar da kaleme kağıda aşıktı. o zaman anladım yazmayı neden hayatlarının merkezine koyduklarını. bizler de sevince öyle olmuyor muyuz?

Yorumlar

jaddar
sartre'ın ölüme az kala biraraya geliyorlar :)