admiral
arkadaşlar bugün başımdan geçen ilginç bir olayı sizinle paylaşmak istiyorum. beni canik ilçe milli eğitimden aradılar ve ücretli öğretmenlik için başvurum olduğunu bir yerde açık bulunduğunu gelmek isteyip istemediğimi falan sordular bende şartlarımı sundum kabul ettiler neyse kaydımızı yaptırdık ben dedim bi çalışacağım okula gideyim müdürle görüşeyim okula gittim durumu anlattım müdür beyler toplantıdaymış bekle dediler neyse aradan bi 30 dk geçti bi adam geldi müdür yardımcısıymış elimi uzattım doğru düzgün sıkmadı bile neyse odasına gittik oturduk dedim ben yüksek lisans yapıyorum şu şu günler boşum sizin haberinizde varmış dedim he he falan dedi yüzüme bakmıyor bu arada adam. neyse senin ilk öğretmenlik deneyimin galiba değil mi dedi bende staj yaptığımı bir çok kez derse girdiğimi söylesem de neyse onu ayarlarız ismin neydi he sen bi numara bırak keşke deneyimli olsaydın neyse falan diyo bende çok üstelemedim ilk günden neyse dedim şimdi size soruyorum devlet tecrübesiz istemiyor özel istemiyor ben nerde tecrübe kazanacam kahvehaneye gidip millete ders mi anlatacam anlamadım. geçende isim veriyorum sınav kolejine gittim diyo seni stajer olarak 1 sene çalıştırırız sonra bakarız kaç para verceksiniz dedim para mı? diye güldü adam. o öyle gülünce ben teşekkür ederek çıktım. çünkü ben stajer olmasam bedava çalışcak sırada bekleyen o kadar çok mezun öğretmen var ki. ahh ah...
lisbethsalander
çok olmuş yazmayalı 11 ay kadar. çok şey değişti, ben değiştim her şeyden önce. hayat bir anda aklımın ucundan bile geçmeyen şeyler yaşattı. bol sürprizliydi yani. kaşıkla verdi ve kepçeyle aldı canım hayat. öyle bir yere bıraktı ki beni nefret etsem edemiyorum, vazgeçsem geçemiyorum, hatırlasam yapmamam gerekir, sevsem severek unutulmaz. şimdi bir sürü şey için yeni zorundalıklar icat ettim. canımı yanmaktan nasıl kurtarabilirim. kurtaramam öyle değil mi?
acıyı da sonuna kadat yaşayıp tüketmeden kurtaramam.
Eleni
İç açısı verilmemiş üç nokta ile biten bir çokgenin kaç gen olduğunu bulmayı deniyorum frank. sessiz ol lan! İşte bu bulma yolunda ilerlerken çözüm dışında her şeye denk geliyorum. kaan’ın da dediği gibi yorgunum, ağrılar, kırıklar, ezikler, çizikler var. hatta bunlar yetmiyor; hap var, cigara var, ex var, roj var, taş var, ne ararsan var yani. sana ne lazım abi? söylediğim ilk cümle var ya hani. onu şöyle dizimizin dibine çekelim, bir de “kendimi çok yüksek bir binadan atmış da ölmemiş gibiyim” cümlesini. şimdi anladın mı o aptalca cümlemin ardında yatan çaresizliği? derdimi açık açık anlatamayacağımdan değil kelime oyunları yapışımın sebebi, aksine anlatmak istemeyişimden ve de bu istemeyişin içinde barındırdığı anlasınlar isteğinden. kendimi şarkı sözlerinin başrolüne aktardım, şarkılar söyleniyor. İki zıt kutup misali figüranlığa itiliyorum, şarkılar bitiyor. niloya’nın ismini bilmediğim herif arkadaşını üstleniyorum. “niloya git, yalnız kalmak istiyorum.” diyorum. niloya “peki” diyerek olduğu yerde put gibi kalıyor. dönüp “yalnız kalmam için uzaklaşman lazım.” diyorum. bu sefer de bir adım geriye atıp “şimdi yalnız mısın arkadaşım herif?” diyor. aklını si. si. si. seveyim niloya. neredesin diyemiyorum! hemen arkadaşının arkasında, tam da sırtından bıçaklayabileceğin en yakın yerdesin. ben ise oturduğum dere kenarında ayaklarımı sarkıtıyorum. nazım’ın piraye’ye yaşattığı kırgınlığı üstleniyorum bu sefer de. bak karşim; burada “hayat bna feyk atıyoo ama bhen fakir dğlm. .s” tribi, nazım’ın kolundaki saatte “senin adını kol saatimin kayışına yazdım piraye.” sözü ve bu sözün asıl gerçekliğinde ise kayışta ismi yazılı olan vera var.
Eleni
efeniim selamlar!

laf söz arasında aklıma geldi bir kaç şey zırvalayayım dedim. "biz çocukken" bundan daha da küçükken yani, tahminen velet iken komşu çocuğunun bilgisayarı değil de atarisi vardı. olmayanların ise hiperaktif manyak bir çocukluğu. İtiraf ediyorum ben atarisi olan şu komşu çocuğuydum ama bu hiçbir zaman çılgın çocukluğuma engel olamadı. ağaç dallarının lades kemiğine benzeyen kısımlarını bulur sapan yapıp millete suikast girişimleri düzenlerdik. kafası gözü dağılan yaşıt veletlerimiz "anneaaağğ" diye ağlayarak eve koştururken biz de yeri gelir kendimizi onlardan biri olarak bulurduk ki namussuzlar az ağlatmadılar. genellikle taş değil de ağaçta yetişen bezelye türevi yeşil yeşil mermilerimiz olurdu. (çok da acıtırdı, ağlatması normal.) o dönemlerde 1 lira yerine 1 milyon vardı, fazla zengindik. sahip olduğumuz 1 milyon bozukluk yerine bir kağıt parçası idi. şimdilerin 50 kuruşu o zamanları 500'ü idi ve kusura bakma 1 liracığım boyut olarak seni gebertirdi. 5 kuruş en küçük para dilimimiz değildi o zamanlar, bizim en küçüğümüz 1 kuruş'tu. şimdilerde 10 kuruştan aşağı alamadığımız sakızları biz 1 kuruş abimiz sayesinde 5 kuruşa 5 tane sakız gelecek şekilde hunharca çar çur ederdik. eskimolarımız vardı bir de! meybuzlarımız yani. çubuğun bitiş kısmına doğru düğüm atar (evet evet düğüm tecrübem buradan geliyor.) ilk bulduğumuz kaldırıma oturarak yol kenarından bulduğumuz avucumuzdan büyük bir taş ile eskimoyu tuzla buz ederek yemeye hazır hale getirirdik. tuzla buz olan meybuzumuz çubuğundan çok pişmiş etin kemiğinden bir çırpıda ayrılışına özenerek tek celsede ayrılırdı. çubuğumuz ayrıldı mı? ayrıldı. attığımız düğümü daha da sağlamlaştırıp en alt köşesine minik dişlerimiz ile bir delik açardık. (dişi dökülmemiş olanlar çok şanslıydı.) sonra hüplet gitsin! her sabah "simiaatçiğğğh" sesleri ile uyanır "anağ anağ varsın çek git şurdan bana bir simit al." şeklinde sızlanırdık. anne yüreği işte, dayanamaz alırdı. düşen susam tanelerine çocukluğumuzu bırakır bir kuşun gelip midesine indirmesine sebep olurduk. bayram harçlığımız vardı, "-dı" diyorum çünkü büyüdükçe "eşek kadar oldun ne harçlığı?" cümlesinin arkasına sığınarak kestiler elimize geçen maaşımızı. İşte o bir zamanlar var olan harçlıklarımız ile her bayram suikast girişimlerimize devam etme amacı güden tabancalar alırdık. (tabii ki de su tabancası değil! bildiğin boncuk boncuk mermileri vardı.) mermilerimiz bittikçe 10 kuruş verip ekstra mermiler alırdık ama renk renk! mavi vardı, kırmızı vardı, mor vardı, sarı vardı, vardı da vardı. ben hep sarıları alırdım, nedendir bilinmez. bir de bu paraların kurban olduğu çatpatlar vardı. belki bilmeyenler, görmeyenler, ilk kez duyanlar, bilip de ismini hatırlamayanlar vardır. bu sebeple bu resim o şahıslara;




İşte bu naçizane bok rengi şey (siz pembe sıçıyorsanız üstünüze alınmayın.) meybuzlarımızı kırdığımız taşlar ile ortalığı duman ederdi. vur bir tanesine ve çat! vur bir daha pat! şimdi ayıktın mı ismi nereden geliyor? aferin. bunlara kafa göz dalan torpiller vardı bir de ama benim kaba etim hiç yemedi onu ateşlemeye. evet tırsaktım. elimden kıymetli misiniz lan? değilsiniz. o zamanlar "inşaata topu kaçtı." denilmezdi. cesur yürekli çocuklardık oğlum biz. "itolit git şuradan alçı kaçır da gel, biz k*çını kollarız." cümleleri eşlik ederdi bize. cidden de korurlardı, ciddili bak. şimdi diyeceksiniz ki "alçı ne alaka be .s" sabretsene evladım. kaç aylıksın sen? o alçıları yere seksek çizmek için kullanırdık. bizim pelinsu'nun ablası vardı hatçe o hep kelebek çizerdi. şimdilerde dudağını büzüştürüp karda yaptığı kelebekler ile meşhur kardeşi. beş taş oynardık lan. çok tatlı taşlar bulurduk, ismi gibi 5 tane. bir tanesini havaya at, yerden bir taş al, sen diğer taşı alamadan havaya attığın taş (tek elinle yapacaksın tabi her şeyi, aynı elinle yani.) düştü mü? öldün çık. bir de koca koca taşları üst üste koyup top ile devirmeye çalışırdık. yakar top vardı ayrıca diğer ismi ile ortada sıçan (yok gerçekten s*çan değil, farenin dayısı olan sıçan). topu tutan can tutmuş olurdu, millet tuttuğu canları başkalarına verirdi, ben vermezdim. neden veriyormuşum! güzeldi be benim çocukluğum. aklıma bunlar geliyor sadece ama bunun bir o kadardan fazlası da aklıma gelmeyenlerde var. çabuk geçti gibi frank.
mayk
güzel şeyler de olmuyor değil
nemesis
bu zamana kadar 4 güzide kızla çıktım, her önüme gelenle değil. son 1 senedir yalnızım ve eğer bana aşık olup ta söylemeyen varsa hakkımı helal etmiyorum...
ladylazarus
küçükken kardeşim ve benim yaşlarımda kız kuzenim olmadığı için daha ziyade erkek kuzenlerimle vurmalı kırmalı oyunlar oynayarak büyüdüm. bir gün yine 'mafyacılık' oynuyoruz, kuzenim beni yakaladı, silahını çıkardı 'susturucu takıyorum' dedi bir el ateş etti -güya- ben yığıldım ama ölmüyorum, gözlerim açık sadece homurdanırcasına sesler çıkarıyorum. kuzenim dedi noldu niye konuşmuyorsun, e susturucu taktın ya dedim. kısa bir regular show bakışması sessizliğinden sonra cool bir şekilde 'susturucu senin değil tabancanın sesinin çıkmasını engelliyor' dedi. he temem deyip utançtan kendimi yere attım. o gün bugündür susturucunun travmatik bir anlamı var benim için. kuzenim bu cahilliğime gülerek yanıt verseydi, muhtemelen, kurbanlarını öldürmeden önce ses tellerini kesip onlara çeşitli figürler sergiletip sonra onları öldüren bir seri katil olurdum. kod adı : susturucu.

böyle geveledikten sonra nedendir bilinmez aklıma leon, oradan da sting geldi. shape of my heart

bu da gecenin şarkısı olsun


Zeze
yazılarıma bari ihanet etmeseydim. kendime yaptım tamam ama keşke cümlelerim bari yarım kalmasaydı. ben ortalıkta darmadağın kalmışken sözlerim dimdik, büsbütün ayakta kalabilseydi. bu da yarım kalacak. ben ne demek istediğimin başını bile söyleyemeden bu da kalakalacak. diğerleri gibi, ben gibi.
ama yine de başlayacağım.
beynime bi şeyler girmeli, doldurmalı her peteğini. yoksa aklım kendi kendini öğütecek, sonra sıra duygularıma gelecek. her şeyim ağır aksak gidiyor. bataklık gibi. adım atmaya çalıştıkça batıyorum, duruyorum bu sefer ağır ağır batıyorum fark yok. benimle düşünecek birine ihtiyacım var. hiç olmadığı kadar, hatta daha önce hiç olmamıştı. bildiklerim aklıma yetmiyor gibi hissediyorum. zihnimi çok boş ama bi o kadar kalabalık hissediyorum. o yüzden aklım kendini öğütecek dedim. yeni bi şeyler girmezse, yetmezse... üstelik bu sadece bilgi değil, bundan bahsetmiyorum. ek düşüncelere ihtiyacım var. bazı konularda duvara çarpmış gibi oluyorum. bir adım öteye gidemiyorum. dedim ya yetmiyor yani, benim düşüncem yetmiyor. ne yapmalıyım bilmiyorum...
Sanatçı
"İyi geçinmek, iki kişinin kusursuz olmasıyla değil, birbirlerinin kusurlarını hoş görmesiyle olur."
sensizgemi
münevver ayaşlının bahçesine de girdik, bunu da yapmadık demeyiz artık 😀 aman gizli kaçak göçek değil, güvenlik izinli bi arkadaşı alıp çıktık,ama yapılanlar listesine girdi mi girdi 😀😀
Nickollyy
bir gün öğretmen olduğumda yani yaklaşık iki yıl sonra öğrencilerimle çok güzel hayallerim var onlara dersi sevdırerek anlatacağım asla kızmayacak kırmayacagım çünkü okulun en sevilen öğretmeni olmak istiyorum onları evime çağırıp pasta börek yapacağım maddi sıkıntıları olduğunda yardımcı olacak okul dışında da birlikte gezip eğlenecegim. bunlar sizce de çok güzel hayaller değil mi ya bir an önce o güzel öğrencilerime kavuşmak istiyorum. beş yılın sonu. umarım boşa gitmez. her şey istediğim gibi düzen alır... hayat birileri için yaşarsak güzel.. kendimiz için yaşadığımızda ise arkamızda hiçbir güzellik bırakamamış oluyoruz. neyse dedikodu severler cümleten iyi geceler 😍😘
Eleni
bedenimi o yazın sıcağında serinlemek adına ruhumu güzel bir varlığa teslim edercesine serin sulara bırakmıştım. daha doğrusu henüz bırakamadığım bir andı, sebebi ise tamamen suyun gerçekten de akan sümüğü donduracak derecede soğuk olmasıydı. adım adım, usulca ama fazlası ile usulca, emekleyen bir bebeğin afallayışı ile çakıl taşlarını geçerek ki her bastığım çakıl taşı ayağıma ciddi hasarlar vermemekle beraber dikenler batıyormuş gibi bir acı veriyordu. hiç unutmam! yalın ayak gezmemin cezası işte. zaten denize sandalet ya da ayakkabı veyahut terlikle girecek değildim, çok istiyorsanız kendiniz girin. birkaç acı dolu adım sonrası bir maviliğe ulaşmıştım. huy mudur, refleks mi bilinmez. suya yaklaştığımda önce ayak parmak uçlarımı batırdığım suyun derecesini ölçme girişiminde bulunmuştum. o soğuk su “bu ne be!” diyerek titrememe ve soğuktan ötürü irkilmeme sebep olmuştu. denize aşıktım. değil soğuk su, kaynar su dahi olsa hiç düşünmeden girerdim. bu da aşık olunca kör olmanın bir göstergesi sanırım. vazgeçmeyip yavaş yavaş üzerine bastığım taşlara meydan okurcasına geri adımlar ile koşa koşa birkaç metrelik uzak bir mesafeye gitmiştim. hayııır düşündüğünüzün aksine acımamıştı ayakçıklarım, salgılanan hormonlardan olsa gerek. çok ötede bulunan bir cafede çalan bir şarkı eşlik ediyordu o gün bana ve tabi ki de en çok güvendiğim varlık, yalnızlığım. evet yalnızdım, tek başımaydım yani. bulunduğum yeri umarım hatırlıyorsunuzdur. hah! İşte tam oradan “tabana kuvvet” diyerek arkamda atlılar varmışçasına denize koştum. önce ufak bir şok, sonrasında ufak bir alışma süreci ve bam! sudan artistçe bir çıkış. şaka be şaka artistlik söz konusu değildi, her ne kadar kendimi o an göremesem de saçlar inek yalamış gibi bir şekil almıştı. suya alıştıktan sonra yüzmek yerine nedendir bilmiyorum, hani amacım neydi? onu da bilmiyorum. kendimi sırtüstü suya atıp suyun üzerinde kalmaya çalışıyordum. ara sıra kulaklarıma kaçan su yüzünden cafeden gelen şarkı sesini duyamıyordum ve tam batacakken kendim doğrulmaya çalışıp daha da çok batıyordum. salak işi ama ben gayet keyif alıyordum frank. uzunca saçmalamalarımın ardından denizden çıkıp şezlonglardan birine yönelmiştim. bütün düşüncelerimden arınmış gibiydim. birkaç adım sonra oturacağım yere gelip oturarak az önce tenimin örtüsüne büründüğü denize bakmaya başlamıştım. deniz tenimi, tenim denizi taşıyordu. zihnim ise arındığımı sandığım düşünceleri. gibisi gerçekten de vardı, düşüncelerimden arınamamıştım. ama sonrasında o düşüncelerim soyut da olsa okyanusları keşfetti ve artık okyanuslara da aşığım.
eliptik
çok seviyorum onu çok gösteriş değil bu birini sevmek nasıl bir duygu onu sevince anladım .. biri nasıl bu kadar çok özlenirmiş ona kavuşamayınca anladım .. birinin sesini duymak bile nasıl büyük bir nimetmiş onu anladım. sevdiğin insanla her anını saniyesini atlamadan anlatmak istiyormuş insan bunu anladım . o nasıl bir adam ki bana böyle güzel sevmeyi öğretti. onu hep böyle güzel sevicem
Sanatçı
mesele ölmek değil, dost bildiğin en güvendiğin adamın eliyle ölmekmiş mesele.
Eleni
bundan seneler önce bana bir şans verilecek olsaydı, bu şansın hep geçmişi değiştirmek olmasını isterdim. İsterdim çünkü yaptığım hataları düzeltmenin her şeyi düzeltebileceğine inanırdım. İnançlarım doğrultusunda vardım ve gelecek için çabalamayı koca kafamın sağından, solundan, önünden, arkasından, içinden geçirmezdim. benim skalamda doğuşum ve geçmişim varken bugünüme, geleceğime dair hiçbir şeyim yoktu. İnsanların kafalarını yastığa koyduğu an söyledikleri o ender “ulan! keşke şunu da söyleseydim” cümlesini ben yaptığım hatalara karşı “bok vardı da yapmışım, “keşke” yapmasaydım.” şeklinde söylerdim. geçmişe karşı tutum ve takıntılarım ile hayatımı alt üst ettiğim zamanlara dahi şahit oldum, tanıklık yaptım. yeri geldi kolay kalktım, yeri geldi yine kalktım yani. :d İnsan isteyince başarıyor ben çok zaman sonra buna inanır oldum. eski düşüncelerim yerini hep “kim ne derse desin, ne düşünürse düşünsün çok da umrumda ben kendim için varım.” cümlelerine bıraktı. çok zaman sonra fazlası ile vurdumduymaz bir kimliğe büründüm, çoğu şeyi ki bu şeyler bir hayli fazla umursamaz hale geldim. geçmişimi unutmaksızın bugünüme ve geleceğime odaklandım. geçmişi istesem unuturdum da “geçmişini unutanın geleceği olmaz” sözlerine kanıp unutmayı reddettim. reddetmiş olmam aynı hataları yapma eşiğine geldiğimde kendime ket vurup “yapma be, yaptın zamanında bir halta yaramadı.” diyerek geri dönüş yapmamı sağlıyor. şu sıralar; bugünüm güzel, geçmişim umrumda değil, geleceğim muamma olsa da benim geleceğim yarınlar frank ve o gelecek bana ait. yani şöyle ki bundan seneler önce bana verecekleri şansı, vermediler hiç ama olsun. bugün karşıma geçip “bir şans kazandın seni çılgın, ne istiyorsun?” şeklinde sunsalar, bu kesinlikle geçmişimdeki hataları amaçsızca telafi etme isteği ile heba olmaz. olmaz çünkü etmem, beni seven böyle sevsin. ben olur da böyle bir şans sunulursa diye "ne istesem" şeklinde düşünürken varsa hatasız bir kul, atsın ilk taşı bekliyorum.
masabasi123
terk ediyosunuz bir bahaneyle sonra millete ayrıldık diyosunuz ulan terk etmediysen ayrıldıysak neden 'ah etme ama' diyosun niye etmicem ,edicem tabi hem terk et ,üz hemde sıfır sıkıntı kurtul işten oh ne ala.birde iyi haber sadece ben değil etrafımdakilerde sayıp sövüyor sana bilesin.
Дан БилзЭрхан
"inanmak başarmanın yarısıdır..." derler değil mi? sahiden öyle mi peki? kısmen... kısmen diyorum çünkü aslında inandığın şeyle alakalıdır tamamen. bir şeyi yapabileceğine inanmak gerçekten de son derece motive eder, güven verir. "başaracam lan bunu" dersin, inat edersin, gaza gelirsin vs vs. gelelim madalyonun öbür yüzüne... ne kadar güçlü olursan ol, düz duvarı itebilir misin? yer çekimine hiç bir destek almadan karşı koyabilir misin? güneşi ellerinle tutabilir misin? yapamazsın değil mi? "ne alaka şimdi?" deme hemen, bırak açıklayayım. bazı şeyler vardır, inansan da inanmasan da olmaz. sırf yarısı aradan çıksın diye inanmanın bir anlamı yoktur. "inanmak başarmanın yarısıdır" sözü bir işe yarasın istiyosan inandığın şeyleri iyi seçmen gerekiyor. eğer ne yaparsan yap başaramayacaksan inanarak vakit harcamanın da kendini yormanın da bir anlamı yok. üstelik insanı en çok yoran şey nedir bilir misin? bir şey uğruna çok çaba sarf etmek değil, ne kadar uğraşırsan uğraş olmadığını görmektir. demem o ki, yorma kendini. inanma böyle saçmalıklara. hadi selametle kal
Sanatçı
hiçbir iyilik sahtelikle bir arada gitmez,doğru hiçbir zaman yanlışa yer vermez.
kendi olduğundan fazla göstermek de, çoğu kez gururdan değil budalalıktandır.
mimarlique
hiçbir şey hayal gücü kadar hür değil

Selam Ziyaretçi

Gördüğüm kadarıyla henüz giriş yapmamışsın! Lütfen giriş yap, bekliyorum :)