uzun zaman önce bir karar vermiştim ama bir türlü faaliyete geçiremediğimden dolayı içime dert oluyordu bu durum. kitapçıya ne zaman gitsem "bu sefer dünya klasiği almayacağım. türk edebiyatından bir kitap alacağım." diyorum ancak gelin görün ki elim hep dostoyevski'ye, kafka'ya, stefan zweig'e, george orwell'a veya başka bir dünya klasiğine gidiyordu. türk edebiyatı bölümünün önünden geçerken ise şöyle diyordum "bir sonraki gelişimde içinizden birini alacağım." o, bir sonrakiler hiç bitmedi. ta ki düne kadar. öğle saatleri. güneş tam tepede. başım aşağıda yere bakarak yürüyorum. tabi bu sırada saçlarım kısa olduğu için ensem güneş ışınlarıyla kavruluyor. kendime söz veriyorum. bu sefer kararımı uygulayacağım. dünya klasiklerinden bihabermişim gibi oradan geçip türk yazarlarına yöneleceğim. ve dediğimi de yapıyorum. dik, ifadesiz, kararlı bir şekilde onların yanından geçip bizim güzel yazarlarımızın yanına uğruyorum. gözüme ilk takılan sabahattin ali oluyor ve saygıyla selam veriyorum. biraz rahatlıyorum. ardından sait faik, oğuz atay, yusuf atılgan, peyami safa, bilge karasu ve diğerlerine de selam veriyorum. mutlu oluyorum aynı dili konuştuğumuz, aynı sözcükleri kullandığımız, aynı topraklarda yaşadığımız güzel insanların arasında. orada bir süre muhabbet ettikten sonra üç kitap alıp ayrılıyorum ruhumu saran garip sevinçle. güneşmiş, sıcakmış hiç umrumda değil artık. eve dönünce aldığım kitaplardan ilk sait faik abasıyanık - son kuşlar'ı okumaya başlıyorum. İçimde hem bu güzel adamın güzel kitabını okuduğum için mutluluk, hayranlık hem de daha önce okumadığım için pişmanlık var. kendisini sadece edebiyat kitaplarında yazdığı kadarıyla tanıyordum. ancak şimdi hikayelerini hayranlıkla okuyorum. kendisini, ada sakinlerini, balıkçıları, oradaki hayatı ve hayatını o kadar yalın ve içten anlatmış ki sanki o'nunla birlikte adaları gezmişiz, sonra yorulunca veya o kayalıklara oturup sigara içmek istediğinde hikayelerini orada anlatmaya devam ediyor ve bende o'nu heyecanlı, hayranlık dolu gözlerle dinliyormuşum gibi. bazen hüzünleniyorum bazen de gülüyorum. mesela şöyle bir bölüm var güldüğüm veya tebessüm ettiğim: "mercan usta'nın boyacı sandığını seyrettikten sonra içinizde mercan usta ile bir salaş meyhanede iki kadeh içmek ve mercan usta'dan ayrılırken elini öpmek isteği doğmazsa, İstanbul ilini bırakıp gidin. nereye giderseniz gidin. uçağa binip nevyork'a gidin paralıysanız. parasızsanız sarayburnu'ndan atın kendinizi. üç-dört binlikseniz gidin çirkin apartmanınıza; sümüklü çocuklarınızı, lavanta kokulu pasaklı karılarınızı kucaklayın. ne b*k yerseniz yiyin." hüzünlendiğim bölümü de yazıp bitireyim yazımı. "kuşları boğdular, çimenleri söktüler, yollar çamur içinde kaldı. dünya değişiyor dostlarım. günün birinde gökyüzünde güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. günün birinde yol kenarlarında toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. bizim için değil ama, çocuklar, sizin için kötü olacak. biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. sizin için kötü olacak. benden hikayesi."