dimitri
arkadaşlar biraz uzun bir yazı ama bir solukta okuyacağınızı düşünüyorum. hepimizin hemen hemen her gün yaşadığı hislerimize tercüman olmuş.
"sen adam değilsin, yoksun dünyada"
çocukluğuyla gençliği yeşilköy köşklerinde geçmiş, eski bir İstanbul efendisi olan kırçıl bıyıklı tarık bey: - her sabah evden çıkarken o gün karşılaşacağım tüm davranışlarla sözlerin; bana kişi olarak var olmadığımı, yürüyen, kıpırdayan bir insan gölgesi dahi sayılamayacağımı, tekrar tekrar ihtar edeceğine; kendimi hazırlayarak adımımı atıyorum sokağa, dedi.
güngörmüş, hoşsohbet bir adamdı tarık bey:
- köşede gazete de satan, gedikliden emekli, suratsız bir tütüncü var. gazete almak için önce ona uğruyorum. paramı hazırlayarak, "günaydın" diye tütüncüden gazetemi istiyorum. selamımı almadan dükkânının içinde ayran, yahut süt şişelerini düzeltmeye devam ediyor. bir garip tad alıyor, beni görmezlikten gelip, adam yerine koymamaktan. yani tavırlarıyla, "sen yoksun, mevcut değilsin", demek istiyor. ben de içimden tekrarlıyorum. "ben yokum, mevcut değilim..." ama yine de gazeteyi uzatmasını bekliyorum. beni adam yerine koymadığını kanıtlayacak süre, kendince geçince; kafasının dağılmasını istemeyen bir atom bilgini özensizliğiyle, yüzüme bile bakmadan gazeteyi alıp uzatıyor.
tarık bey gözlüklerinin arkasından kıskıs gülerek, tütüncünün gazeteyi nasıl alıp uzattığını gösteriyordu.
elimde gazete, dolmuş durağına gidiyorum. durak her zaman kalabalık oluyor. kimsenin sırasını çalmadığımı gösterecek bir yerde duruyorum. derken bir dolmuş geliyor, bütün bekleşenler kapılara üşüşüyor; binen biniyor, binemeyen kalıyor. ben sıram gelmediği kanısıyla acele etmiyorum. bir dolmuş daha geliyor. benden sonra gelenler de, kapılara üşüşenlerin arasına katılıyor. biliyorum ki, kimse bana "buyrun, sıra sizde", demeyecek. bazen artık sıramın geldiği inancıyla ben de, yeni gelen bir dolmuşun kapısına doğru seyirtiyorum. ya sert bir omuz darbesi iniyor göğsüme, ya arkadan gelip içeri girmek için eğilen birinin kalçası dayanıyor karnıma. kişiler mekanik bir itip kakmanın ortaklığında, bana "sen yoksun, mevcut değilsin", diyorlar. ben de içimden tekrarlıyorum: "ben yokum, mevcut değilim." sonunda geç de olsa, biniyorum dolmuşa. benden önce inecekler, şoföre, "şurada dur!" diyorlar. bu aynı zamanda bana, "sen de in de rahat çıkalım", demek. ben de araba durunca, hemen yere iniyorum; yanımda oturanın çıkmasını bekliyorum. onlar yine yüzüme bile bakmadan çekip gidiyorlar. yani adam yerine koymuyorlar beni. bir anlamda, "sen yoksun, yeryüzünde var değilsin", demek istiyorlar. ben de içimden, "ben yokum, yeryüzünde var değilim", diyorum.
tarık bey, kendiyle yahut İstanbul'un hoyratlığıyla eğlenir gibi sigarasını yakıyordu ve gözlüklerinin arkasından devam ediyordu kıs kıs gülmeye:
- İneceğim yere gelince, "şoför efendi durur musunuz?" diyorum. bazısı duruyor, bazısı duymazlıktan gelerek, müşteri gördüğü yere kadar gidip, orada duruyor. bazısı, "haydi yahu acele et, işimiz var", diyor. ben hepsine inerken, "teşekkür ederim", diyorum. çoğunlukla cevap vermeden gazlıyorlar. birini rahatsız ederek inersem, ona da teşekkür ediyorum. o da genellikle cevap vermiyor. ben daha evden çıkarken, yok sayılacağımı bildiğim için, asla yadırgamıyorum bunları. gayet normal karşılıyorum. sade bana değil, herkes birbirine "sen yoksun, insan olarak bir sıfır kadar bile değerin yok", demekten hoşlanıyor. bayılıyorlar birbirlerini adam yerine koymamaya. bu arada ben de, payımı alıyorum. ama ben direnip, ille de varım diye inatlaşmıyorum. "yokum, mevcut değilim", diye devam ediyorum günlük serüvenime.
tarık bey keyifli keyifli tüttürüyordu sigarasını: - dolmuştan inince karşı kaldırıma geçerken, iki üç taksiyle özel arabadan mutlaka sesler yükseliyor: "sallanmasana moruk!", "yürüsene ulan ihtiyar!", "geç hadi geç, teneşir horozu!". ben hep yaya geçidinden geçtiğim için, beklediklerine kızıyorlar. varmış gibi yürümem, sinirlendiriyor onları. yok olduğumu, var olmadığımı hatırlatmak istiyorlar bana. ben de "merak etmeyin, yokum, var değilim", diye geçiyorum karşı kaldırıma. bazen oralarda bir trafik polisi duruyor. çok seviyorum o polisi. çünkü o da, şoförlerin var olmadığı kanısında. onlara, "bas ulan geri!", "kör müsün ulan ayı!" diye bağırıyor. arada bir de, sinek kovalar gibi hiçbirinin suratına bakmadan eliyle, "geç geç" yapıyor. yani şoförler beni, polis de şoförleri adam yerine koymuyor. herhalde komiseri de, polisi adam yerine koymuyordur.
tarık bey bir günlük yaşam serüvenini en ince ayrıntılarıyla akide şekeri emer gibi, tadını çıkara çıkara anlatıyordu:
- çalıştığım işhanına geliyorum. elektrik kesik değilse asansöre biniyorum. asansöre binenler gençse; bir elleri pantolon ceplerinde, bir kaşları kalkık oluyorlar. taşralıysalar; pos bıyıklı, tıknaz, pantolonları göbeklerinin altına düşmüş, önleri açık oluyorlar ve kasıtlı biçimde, kimseye önem vermez görünmek istermiş gibi, yüksek sesle konuşuyorlar. ben yine biliyorum ki, herkesin tavrı, kimseyi adam yerine koymama üstünedir ve şişkindir. ben hemen sigara kâğıdı gibi iyice yapışıyorum asansörün dip duvarına. "ben zaten yokum, dünyada mevcut değilim", diyorum. asansörden çıkarken kimse kimseye ne yol, ne selam veriyor. kimse de kapıyı arkadan gelenin suratına çarpmasın diye, usturuplu tutmuyor. ağıldan çıkar gibi çıkıyor öyle.
tarık bey sigarasının izmaritini tablada söndürdü: - akşam eve dönerken de yine aynı şey. kalabalığın bireyleri bıkıp usanmadan, "sen yoksun, yeryüzünde var değilsin", demeyi sürdürüp gidiyorlar. ben de "ben yokum, var değilim", diye mırıldanmaya devam ediyorum içimden. adam yerine konmamak insanın gücüne gider, değil mi? benim hiç gitmiyor. bir toplumun kendi kendini adam yerine koymamakta inatlaştığı dönemlerde, kimleri adam yerine koymaya kalktığını biliyorum çünkü.
tarık bey bir sigara daha yaktı:
- İstanbul bin beş yüz yıllık bir başkenttir, dedi. gönül bütün birikiminin, haliç'in dibindekilerden ibaret olmamasını isterdi.
çetin altan

Yorumlar