yapmayın nolur kaybolup gitmeyin


İlkokul yıllarıma dair hatırladığım en kuvvetli duygu, derin ve şiddetli bir nefrettir. okuldan, öğretmenlerden, sınıf arkadaşlarımdan, binadan, sıradan, kapıdan, önlükten... kelimenin tam manasıyla nefret ediyordum. kafayı sıyırmak üzereyken, jules verne tuttu elimden..
ortaokulla beraber öfkemin yerini bir tür öğrenilmiş çaresizlik aldı. kendim dahil herkese ve her şeye gittikçe daha çok kızıyordum. hiçbir şeyi değiştirecek gücüm olmadığını da çok iyi bildiğimden daha da içime kapanıyordum. eğer o zamanlar yolum dostoyevski'yle kesişmeseydi, belki de kendi karanlığımda kaybolup giderdim daha o yaşta. onun, efsanevi huzursuzluklarla satır aralarında acı çeken kahramanları, kendimi mutsuzluk ilahı ilan etmeme engel oldu..
lisede, derin bir nihilist egoyla yaklaşıyordum her şeye. kendimi, büyük işlere yeltenip hepsinde başarısız olmuş ve artık mücadeleden vazgeçmiş züppe bir ergen artığı gibi görüyordum. derken oğuz atay girdi hayatıma. selim işık'ı ruhani liderim ilan edip, kaybetmenin de soylu olabileceğini keşfettim tutunamayanlar'ın karanlık dehlizlerinde..
üniversite'de sayıları arttı güzel abilerimin. perec, zarifçe meydan okumayı; calvino, büyüdükçe çocuk kalabilmenin güzelliğini; tanpınar, anlaşılamamanın o kadar da kötü bir şey olmadığını öğretti bana..
hayatta ve insanlarda arayıp bulamadığım her şeyi kitaplarda buldum. başka bir güzel abimin söylediği gibi.. "İyi kitaplar dışında kimse elimden tutmadı.."
ortaokulla beraber öfkemin yerini bir tür öğrenilmiş çaresizlik aldı. kendim dahil herkese ve her şeye gittikçe daha çok kızıyordum. hiçbir şeyi değiştirecek gücüm olmadığını da çok iyi bildiğimden daha da içime kapanıyordum. eğer o zamanlar yolum dostoyevski'yle kesişmeseydi, belki de kendi karanlığımda kaybolup giderdim daha o yaşta. onun, efsanevi huzursuzluklarla satır aralarında acı çeken kahramanları, kendimi mutsuzluk ilahı ilan etmeme engel oldu..
lisede, derin bir nihilist egoyla yaklaşıyordum her şeye. kendimi, büyük işlere yeltenip hepsinde başarısız olmuş ve artık mücadeleden vazgeçmiş züppe bir ergen artığı gibi görüyordum. derken oğuz atay girdi hayatıma. selim işık'ı ruhani liderim ilan edip, kaybetmenin de soylu olabileceğini keşfettim tutunamayanlar'ın karanlık dehlizlerinde..
üniversite'de sayıları arttı güzel abilerimin. perec, zarifçe meydan okumayı; calvino, büyüdükçe çocuk kalabilmenin güzelliğini; tanpınar, anlaşılamamanın o kadar da kötü bir şey olmadığını öğretti bana..
hayatta ve insanlarda arayıp bulamadığım her şeyi kitaplarda buldum. başka bir güzel abimin söylediği gibi.. "İyi kitaplar dışında kimse elimden tutmadı.."

üzerindeki nahoş kokuyu atamıyordu. nahoş kokuda bir hoşluk. çekicilik vardi. şiş gözleri akmış, makyajı ve yanağındaki gözyaşıyla çaresiz ve hatalı görünüyordu. belki de kızgındı. karanlıktan korkarken ona aşık gibi davranıyordu, sırf daha çok içine çekmesin diye. belki de korktuğu için... birden hızlanıyordu ağlaması. beyni acelece aklını o teselliden o teselliye götürüyordu. teselli olmuyordu. tam sustu derken bir yansımaya denk geliyordu ve daha içten ağlıyordu. hem çekiniyor, hem ağlıyordu. İnsanlar geçiyordu etrafından. sokaklar boşalıyordu ve geride bir tek o kalıyordu. karanlık koşuyordu arkasından, o tökezleyerek ilerliyordu. aniden önüne bir engel çıkmıştı, yığılmıştı yere. karanlık sarmıştı etrafını. karanlığın içinde yükseliyordu. havada muhteşem siyahin içinde mor renkleri vardi. ve gökyüzünün o gece maviliği kayboluyordu. ait olduğu yerde kaybolup yok oluyordu. hep kaybolmuştu, sonra kendini tekrar bulmuştu. güçlüydü lakin karanlık alıyordu gücünü. karanlık herşeyinden üstündü. onu hissetmek, ince sızı, migren ağrısı, boğazında düğüm, titreme, umutsuzluk, çaresizlik... yani somut ve soyut tüm kötü his ve duygulardı. yeterince direndiğini düşünüyordu. kendini bıraktıktan sonra biraz daha direnebileceğini düşünmüştü. onu hem istemiyor, hem de istiyordu. hem o kokmak istiyordu, hem hiç koklamak istemiyordu. o nahoş koku karanlıktı. ne dengesizdi... İstediği herşeyin istemediği yönleri vardi. doğru yolu mu şaşırmıştı? yoksa yolunda mi kaybolmuştu? şimdi karanlığın onu bırakıp gitmesini bekliyordu. birden yağmur başlamıştı. şiddeti arttıkça karanlık hafifliyordu. bir umut daha belirdi gözünde. karanlık kayboldukça daha iyi hissediyordu. yeryüzüne ayak bastı, yağmurlar eşliğinde evine yürüyordu. tökezlemeden... gökyüzünün karanlığı neden korkutmuyordu? bakışlarını çevirdi gökyüzüne. o dolu dolu gözleri cevabı gördü. önüne dondu. onun iyi olmasını sağlayacak ihtimaller olduğuna sevindi. belki de sevinmemişti ...

arşivden... tam 3 sene öncesine aittir. yazıda anlatılanların günümüzden tek farkı yaşam merkezi denen yerin tamamlanmış olmasıdır. buyurunuz;
-son zamanlarda omü deki aktiviteleri merak eden arkadaşların artması üzerine ben de 3. yılını okuyan ama çoğu öğrenciye oranla daha dolu bir 3 yıl geçirmiş biri olarak bildiğim bütün aktiviteleri yazma ihtiyacı hissettim. geniş ve akustiği sağlanamamış amfilerde hocanın dediğini anlayamamak şartıyla ders dinleyebilir, perdeleri olmayan veya yarım yamalak olan güzide dersliklerde rahatlıkla tahtayı göremeyebilirsiniz. kafeteryalarda etrafta 2 metre aralıklarla bulunan küllüğü bulunan çöp kovaları yerine sigara izmaritlerini doğrudan yere atabilirsiniz. mühendislik fakültesinin karşısında yer alan yıllardır dillerden düşmeyen ama asla tamamlanamayacak olan yaşam merkezinin inşaatını rahatlıkla izleyebilir, hatta "ben bile mezun olurum ama bu bina bitmez" diyip bi sigara daha yakabilirsiniz. o yıllardır yaptığın harika zamanlaman aptal bir dolmuşçu veya saçma bir sebepten dolayı işlemeyebilir ve sen hocadan 10 saniye sonra derse girdiğin için dersten atılır ve eve gidene kadar küfürler savurabilirsin. 100 beklediğiniz sınavlardan her an 05 alabilirsiniz ama asla beklediğinizden 10 puan bile yukarısını alamazsınız. r11, fakülte dolmuşları veya tramvayda istediğiniz kızı/erkeği kesebilir ama asla gidip konuşamazsınız. her an sınav sisteminiz değişebilir ama sizin ve hocaların bu sistemi anlaması uzun bir süre alabilir. ha bu arada dikkat edin özellikle sınav dönemlerinde o bitmek bilmeyen yemekhane, kantin ve fotokopi kuyruklarının birleştiği herhangi bir noktada kaybolup fotokopi makinesinden nugget isteyebilirsiniz. saygılar...
-son zamanlarda omü deki aktiviteleri merak eden arkadaşların artması üzerine ben de 3. yılını okuyan ama çoğu öğrenciye oranla daha dolu bir 3 yıl geçirmiş biri olarak bildiğim bütün aktiviteleri yazma ihtiyacı hissettim. geniş ve akustiği sağlanamamış amfilerde hocanın dediğini anlayamamak şartıyla ders dinleyebilir, perdeleri olmayan veya yarım yamalak olan güzide dersliklerde rahatlıkla tahtayı göremeyebilirsiniz. kafeteryalarda etrafta 2 metre aralıklarla bulunan küllüğü bulunan çöp kovaları yerine sigara izmaritlerini doğrudan yere atabilirsiniz. mühendislik fakültesinin karşısında yer alan yıllardır dillerden düşmeyen ama asla tamamlanamayacak olan yaşam merkezinin inşaatını rahatlıkla izleyebilir, hatta "ben bile mezun olurum ama bu bina bitmez" diyip bi sigara daha yakabilirsiniz. o yıllardır yaptığın harika zamanlaman aptal bir dolmuşçu veya saçma bir sebepten dolayı işlemeyebilir ve sen hocadan 10 saniye sonra derse girdiğin için dersten atılır ve eve gidene kadar küfürler savurabilirsin. 100 beklediğiniz sınavlardan her an 05 alabilirsiniz ama asla beklediğinizden 10 puan bile yukarısını alamazsınız. r11, fakülte dolmuşları veya tramvayda istediğiniz kızı/erkeği kesebilir ama asla gidip konuşamazsınız. her an sınav sisteminiz değişebilir ama sizin ve hocaların bu sistemi anlaması uzun bir süre alabilir. ha bu arada dikkat edin özellikle sınav dönemlerinde o bitmek bilmeyen yemekhane, kantin ve fotokopi kuyruklarının birleştiği herhangi bir noktada kaybolup fotokopi makinesinden nugget isteyebilirsiniz. saygılar...

sadece birine ihtiyacım var. dizlerine uzanıp saçlarını koklayarak uyumak istiyorum. sadece birine ihtiyacım var. herşeyi anlatıp sarılmak, sarıldıkça ağlamak istiyorum. sadece birine ihtiyacım var. gözlerinde kaybolup huzur bulmak istiyorum. sadece birine ihtiyacım var. onunla yıldızları seyre dalmak istiyorum. dedim kendi kendime sonra baktım ki biri gelmiyor gelen de kazık atıyor bende bunları içten söyleyene kadar yalan söyledim. çok güzel de yediler valla hayırlı işler diliyorum. antalyadaydim şuan konyadayım burda olan varsa yazsın ayın 4 ünde alanya ayın 15 den sonra bursada olucam vakti olana çay benden hayırlı geceler

sigaramı yaktım, balkona çıktım (6.kat). her yer bembeyaz. sigaramın dumanı siste kaybolup gidiyor. keşke diyorum bana da o beyazlıkta bir yol açılsa yürüsem, koşsam. tüm acıları, tüm pislikleri geride bırakıp koşsam. bir kere bile yüreğime dokunulmamışken, insanların çoğu bu kadar kötü ve mide bulandırıcıyken içimdeki o çocukla defolup gitsem, iyi insanların olduğu yerler, en az benim sevdiğim kadar beni sevebilecek insanların olduğu yerler. güzel hayaller değil mi arkadaşlar. o zaman sezen'le devam edeyim ben acı çekmeye'' kalbini bir mektup gibi buruşturulup fırlatılmış,kendini kimsesiz ve erken unutulmuş hissediyorsan.İçindeki çocuğa sarıl. sana insanı anlatır..''

her yudum içki de daha çok düşünmek istiyo insan. boğulmak istiyo düşüncelerle, canı çıkana kadar . ama düşünmek istemiyo. ya çıkmazsa o düşüncelerden. hüngür hüngür ağlamak istiyo tek göz yaşı kalmayana kadar. denizin dalgaları ayaklarına her vurduğun da o denizde kaybolup gitmek istiyo. ama olmuyo işte. her dalgada daha çok acıyo insanın içi. neyse iyi geceler

karanlıkta odadaki eşyaları saçma şeylere benzetme bir bende yok değil mi?hayal dünyam beni bile şaşırtıyor o anlarda.nasıl çalışıyorsa beynim anlamadım türlü türlü şeyler tövbeler olsun.ne güzel takmış kulaklığımı şarkıların dünyasında kaybolup gitmiştim nereden çıktı bu olay.ne dinlediğimi bile duymaz oldum.

laaa an yazdığım onca şey kaybolup gitti .bir daha telefonla yazmayacağım.lan bilgisayar gibi de değil zıkkım ctrl z yapalım ,tümünü seçip kopyala yerine yapıştıra bastım ağlıyorum şimdi.neyse telefon bile git çalış salak mısın dedi herhalde .herkese kolay gelsin yumurta kapıda

bu güzel havada dışarıya çıkmayıp kendimi eve kapattım. perdeleri çektim ve kendime güzel bir sinema ortamı oluşturdum. birbirinden muhteşem 3 tane film izledim. la vita e bella, persona ve psycho. la vita e bella filmiyle güne güzel başlamıştım. tabi bu filmin ilk yarısı için geçerli. çünkü filmin ilk yarısı gayet eğlenceli iken ikincisi yarısı bolca hüzünlüydü. bir babanın çocuğu üzülmesin, korkmasın diye yaptığı onca şey, karısının yahudi olmamasına rağmen o trene binip kampa gitmesi, adamın sislerin arasında kaybolup yüzlerce insan cesediyle karşılaşması ve babanın oğluna son bakışı. kesinlikle izlenilmesi gereken bir film. unutulmayacak filmlerden biri. 3 tane oscarı boşuna almamış yani. gerçi oscar almasına pek şaşırmadım ama neyse o konuya girmeye gerek yok. biz persona filmiyle devam edelim. ben hayatımda bu kadar etkileyici, ağzımı açık bırakın bir film izlemedim. ve bu film 66 yapımı bir film. ne varsa eskilerde var yani. film çok garip bir şekilde başlıyor ve türlü garipliklerle devam ediyor. müziği zaten ayrı bir olay. İnsanı alıp götürüyor bilinmezliğe. ve siz bu bilinmezlikte kaybolurken filmin siyah beyaz olması da kasveti daha da çok artırıyor ve hep kayboluyorsunuz. anlaşılması zor bir film. herkesin maskesi (persona maske demek) olduğu ve bunu benimsediğimiz, özümsediğimiz zaman kendimize yabancılaşmamız ve benliğimizle olan çatışmamız anlatılıyor(benim anladığım kadarıyla). çokta güzel anlatmış yönetmen. "sinemanın ne kadar büyüleyici bir şey olduğunu bu filmi izleyince anlarsınız." film bitti, ekran karardı, ben de bilgisayarın karşısında kalakaldım. beynim buharlaşmıştı resmen. zaten 3 saatlik uykuyla ayaktaydım bu film hep mahvetti beni. biraz beynimi dinlendirip, kafamı toparlamam gerekirken ben gittim psycho filmini açtım izlemeye başladım. beynime eziyet etmeye bayılıyorum galiba. şimdi psycho filmine söylenecek bir şey yok. hitchcock'un efsane filmi. o meşhur duş sahnesini filmi izlemeyenler bile bilir. arkadan gelen o müzik bile insanda istemsiz bir korku yaşatır, gerilimi artırır. cinayeti kimin işlediği ise film boyunca izleyicinin kafasında bir soru işareti bırakıyor. tabi en sonunda her şey ortaya çıkıyor. dedektif olduğunu düşündüğüm adam cinayeti psikolojik olarak ele alıyor ve çok güzel bir şekilde açıklıyor. son sahnedeki norman bates'in gülüşü ise son noktayı koyuyor. ne diyeyim daha helal olsun hitchcock sana. sağlam yönetmensin valla. kafam şuan pek iyi değil ama olsun. sanat dolu bir gün geçirdim. gerçi gün daha bitmedi. ben en iyisi kitap okuyup biraz daha beynime eziyet edeyim.

türkişten yürümeye başladım bu gece atakum sahilinden gece bambaşka oluyor sahil o insan kalabalığı yok oluyor. yirmi metrede bir tek tük insanlara rastlıyorsun hepsi farklı dünyalarda birşeyler var kafalarında, denizin kıyısında oturanlar var yine sevgilileriyle ne güzel diye geçiriyorum içimden devam ediyorum yoluma dalga sesleri eşliğinde ,denizde balıkçı teknelerinin ışıkları uzakta heybetli yük gemileri , bir uçak sesi yanıp sönen ışıklarıyla süzülerek bulutların arasında kayboluyor, sonra barların önünde kafayı yapmışlar şen kahkahalarla konuşuyorlar. İlerliyorsun kafanda binbir türlü düşünceyle; belki o da üzülmüştür diyosun sonra unutmaya çalışıyorsun aceleyle unutamayacağını biliyorsun aslında çünkü zaten bunları düşünmek istiyorsun yalnız kalıp. birşey var ama bu böyle olmamalı dedirtiyor hayat insanlar , bu keşmekeş , koşuşturmacalar ,mücadeleler ,arzular aşklar hepsi karışıyor kafanda terk edilişin geliyor aklına daha bir ay öncesinde mutluyken ,sorguluyorsun ; şimdi nasıl bu hale geldim diye kafan sorularla doluyor. bir an ölüm düşüncesi geliyor aklına ,sıyırıyor anlıkta olsa herşeyden seni tabi ya diyorsun tabi ölümde vardı bu dünyada ne için bu telaş ! o zaman diyorsun kendi kendine neden bu kadar takıyorsun kafaya neden üzülüyorsun sonuçta bir avuç toprakta kaybolup gideceksin. sonra sahil bitiyor sapıyorum evin yoluna kafam zil zurna dolu denizevlerinden yukarıya doğru yürümeye başlıyorum her gece orda olan mahallenin müptelaları yine köşelerindeler son ses arabesk müzikler çalıyor dertli diyorsun herkes dertli bir sigara yakıp eve giriyorsun kendini hemen atıyorsun yatağa ve bu yolculuktan sonra neyi farkediyorsun ; aslında tüm yol boyunca kendin dışında herşeyi düşündüğünü , bu girdapta kendini unutuyorsun hanı bir ben vardı hikâyenin başkahramanı olan ben , peki bunu farketsen bile ne değişiyor hiçbir şey yarın yine aynı keşmekeş ve yine aynı kavganın içinde yok olacağını bile bile koyuyorsun yastığa başını. galiba bu maratondan da sıyrılmanın tek yolu sana sen olduğunu hissettirebilecek gerçek bir insan bulabilmek kim bilir belkide böyle değil.