kişinin; kendi hayatından nefret etmesi, sıkılması, çektiği acılara dayanamaması, güçlü uyuşturucu madde etkisi altında olması, bunu yaparsa kendini daha iyi bir yerde bulacağı (misal cennet) sanrısı ile bomba patlatması vs gibi sebeplerle kendi hayatına son vermesi eylemidir.
İntihar kişinin sorunlarına kökten bir çözüm sağlıyor doğrudur. lakin bu eylemi yapan kişi için artık bir problem olmaktan çıkıyor ve geride kalanlar için bir problem haline geliyor. İntihara karşı değilim ama kendi sorunlarından kurtulurken başkalarını ateşe atmaya karşıyım. kendi kendinize daima şunları deyin ve moral verin: "geri çekilmek yok! pes etmek yok!"
İngilizce "decide" (karar vermek) ve "suicide" (intihar etmek) kelimeleri 'homicide'dan türetilmiştir. homicide da latince "caedere" (cide) yani öldürmek fiilinden türemiş ve ingilizceye geçmiş. latince homo: insan, cide: öldürmek decide, yani karar vermek ise; bir seçim yaptığınızda diğer tüm ihtimalleri öldürdüğünüz gerçeğini barındırır.
sorunları çözmeyi değil kökten yok etmeyi barındırır bünyesinde. İntihar düşüncesi bir hastalık gibi ele geçirir insanın ruhunu, bir hastalık gibi de tedavisi vardır intihar düşüncesinin. allah kimsenin başına vermesin, dipsiz bir çukurdur. İntiharı düşleyen insana yaşaması için ne sebep sunarsanız sunun, reddeder hep. böyle kişileri yalnız bırakmayınız.
yaşama güdüsü gibi insanların ölüme yatkınlığı da söz konusudur. yaşama güdüsü akla ağır basar, reaksiyon gösterir. doğal seleksiyon denilen olaylarda kurbanın gerçekten kurtulmak istediğine emin olamayız. kendisini asan her insan her seferinde çırpınmıştır. bu çırpınma onların ölüme duyduğu arzuyu maskelemez.
ölüm itkisi teorisini ortaya atan freud'dur, hatta ölüm itkisine dayanarak ötenazi istemek ilerleyen zamanlarda gelişmiş toplumlarda sık görülebilir. antidepresan ve mutsuzluk veya doyumsuzluk oranların artması bu teoriyi ıspatlayabilir.
İntiharın tabu olduğu coğrafyalarda objektif yaklaşımın ne kadar sağlıklı olacağını bilemiyorum ama şundan eminim şahsım adına her ne kadar tercihlere saygı duysam da kendi türümün kendisini yok etmesine razı gelemiyorum. razı gelemememin altında tamamen genetik kodlarımdaki türümü var etme güdüsü olabilir.
gerçi sekiz milyara dayanmış nüfus yine de siz bilirsiniz. unutmayın ki intihar etmenin yasal sorumlulukları var, hayatta kalırsanız devlet babadan dayak yiyeceksiniz. çünkü yasssak hemşerim, cezai müeyyidesi var.
ah, siz aklı başında olanlar! diye gülümseyerek seslendim. tutku! sarhoşluk! çılgınlık! öylesine rahat, öylesine katılımsız duruyorsunuz, siz ahlâk insanları! içeni azarlıyor, saçmalayandan nefret ediyorsunuz, papaz gibi geçip gidiyor ve sizi onlardan biri gibi yapmadı diye, kaba sofular gibi tanrı'ya şükrediyorsunuz. ben bir defadan fazla sarhoş oldum, tutkularım çılgınlıktan hiç de uzak değildi, ikisinden de pişmanlık duymuyorum: zira, büyük bir şey, olanaksız görünen bir şey yapan bütün sıra dışı insanların oldum olası sarhoş ve deli olarak çağrıldıklarını kendi ölçülerim içinde kavramak zorunda kaldım. ama sıradan yaşamda da iyi kötü serbest, soylu, beklenmedik bir iş yapan herkesin ardından şöyle denilmesine dayanılmaz: bu insan esrik, o çılgın! utanın, ey ayıklar! utanın, ey bilgiçler! bunlar yine senin kuruntuların, dedi albert, her şeyi abartıyorsun, hiç değilse, burada sözü edilen intiharı büyük eylemlerle karşılaştırmakta herhalde haksızsın: bu hareket aslında bir zayıflık işaretinden başka bir şey değil. elbette ölmek, eziyetli bir yaşama metanetle dayanmaktan daha kolay. tartışmayı kesecektim; zira bütün kalbimle konuşurken, birinin böyle anlamsız bir boş sözle karşıma çıkması kadar hiçbir gerekçe beni böyle çığrımdan çıkarmaz. ama bunu sık sık duyup kızdığım için, yine de kendimi tuttum ve ateşli ateşli karşılık verdim: buna zayıflık mı diyorsun? rica ederim, görüntüye aldanma. bir zalimin dayanılmaz boyunduruğu altında inleyen bir halk, sonunda patlayıp zincirlerini kırarsa, ona zayıf diyebilir misin? evini alevler saran bir insan, bütün kuvveti gerilip, sakinken yerinden oynatamayacağı yükleri kolayca taşırsa ona; hakaret görmenin öfkesiyle altı kişiyle birden dövüşüp alt eden birine, zayıf denir mi? ve azizim, gayret güçlü olmaksa, niçin o zaman aşırılık bunun karşıtı olsun? −albert yüzüme bakıp konuştu: kusura bakma, ama söylediğin örnekler buraya hiç uymuyor. − olabilir, dedim, karşılaştırmalarımın tırmalayıcı olduğu bana çok söylendi. gel bakalım, hayatın aslında tatlı yükünden kurtulma kararı veren insanın ruh halini başka türlü canlandırabilir miyiz? ancak aynı şeyi duyumsayabilirsek, bir şeyden söz etmek hakkımız olabilir. İnsan tabiatının, diye devam ettim, sınırları var: sevinç, üzünç, acıları bir ölçüye kadar kaldırabilir ve bu aşılırsa, mahvolur. yani sorun burada, birinin zayıf ya da güçlü olması değil, acısının ölçüsüne dayanıp dayanamayacağıdır − ister ruhsal, ister bedensel olsun; şunu söylemek de bence şaşılası: intihar eden insan ödlek, buna karşılık, hummalı bir ateşle ölen insana ödlek demek uygun değil. aykırı, çok aykırı, diye bağırdı albert. − düşündüğün kadar değil, karşılığını verdim. bana hak veriyorsun: tabiatın saldırıya uğrayıp kuvvetini kısmen yitirmesine, kısmen de kuvvetten düşüp tekrar ayağa kalkamamasına, mutlu bir devrimle hayatın olağan akışına bir daha kavuşamamasına ölümcül hastalık diyoruz. İşte, azizim, gel şimdi bunu zihne uygulayalım. İnsanı kendi sınırlılığı içinde gör, büyüdükçe büyüyen bir tutkunun onu sonunda bütün sakin akıl gücünden edinceye, onu mahvetmeye varan izlenimlerin etkisine, fikirlerin çöreklenmesine bak. rahat, akıllı insanın, mutsuzun halini görmesi boşuna, onu iknaya çalışması boşuna! tıpkı hastanın yatağı başında duran sağlıklı kişinin, ona kendi gücünden bir damla bile aktaramaması gibi. albert için bu çok genel bir sözdü. ona bir süre önce suda ölü bulunan kızı anımsatarak, öyküsünü tekrar anlattım.
(bu kısımda kızın hikayesini anlatıyor, daha da uzamasın diye o kısmı sizinle paylaşmıyorum.)
− bak, albert, bu kimi insanların öyküsüdür! haydi de, bu bir hastalık hali değil mi? doğa, karmakarışık ve çelişkili güçlerin labirentinden çıkış yolu bulamaz ve insan ölmek zorunda kalır. vay bunu seyredip şöyle diyebilene: budala kız! beklemiş olsaydı, zamanın etkisine bırakmış olsaydı, çaresizliği geçmiş, bir başkası onu teselli için karşısına çıkmış olurdu. − bu da sanki biri şöyle der gibi: ahmak, ateşten ölüyor! kuvvetini toplayıncaya, can suları iyileşinceye, kanının curcunası duruluncaya kadar beklemiş olsaydı: her şey iyi olurdu ve şimdi hâlâ hayatta olurdu! bu karşılaştırmayı yeterince somut bulmayan albert, daha bazı karşı görüşler getirdi, bu arada şunu: ben yalnızca alık bir kızı anlatmışım; ama böyle dar kafalı olmayan, ilişkileri daha iyi görebilen akıllı bir insanın nasıl hoş görülebileceğini anlayamıyormuş. − dostum, diye çıkıştım, insan insandır, belki sahip olduğu birazcık aklı da, tutku kudurup, insanlığın sınırları onu sıkıştırınca, çok az işe yarar ya da hiç yaramaz. daha doğrusu – bunu da başka bir zaman, deyip şapkama uzandım. ay, kalbim öylesine doluydu − ve birbirimizi anlamadan ayrıldık. bu dünyada birinin diğerini kolay anlamaması gibi. ...
her ne sebeple olursa olsun denenmemesi gerekir.
İntihar kişinin sorunlarına kökten bir çözüm sağlıyor doğrudur. lakin bu eylemi yapan kişi için artık bir problem olmaktan çıkıyor ve geride kalanlar için bir problem haline geliyor. İntihara karşı değilim ama kendi sorunlarından kurtulurken başkalarını ateşe atmaya karşıyım. kendi kendinize daima şunları deyin ve moral verin: "geri çekilmek yok! pes etmek yok!"
homicide da latince "caedere" (cide) yani öldürmek fiilinden türemiş ve ingilizceye geçmiş. latince homo: insan, cide: öldürmek
decide, yani karar vermek ise; bir seçim yaptığınızda diğer tüm ihtimalleri öldürdüğünüz gerçeğini barındırır.
yaşama güdüsü gibi insanların ölüme yatkınlığı da söz konusudur. yaşama güdüsü akla ağır basar, reaksiyon gösterir. doğal seleksiyon denilen olaylarda kurbanın gerçekten kurtulmak istediğine emin olamayız. kendisini asan her insan her seferinde çırpınmıştır. bu çırpınma onların ölüme duyduğu arzuyu maskelemez.
ölüm itkisi teorisini ortaya atan freud'dur, hatta ölüm itkisine dayanarak ötenazi istemek ilerleyen zamanlarda gelişmiş toplumlarda sık görülebilir. antidepresan ve mutsuzluk veya doyumsuzluk oranların artması bu teoriyi ıspatlayabilir.
İntiharın tabu olduğu coğrafyalarda objektif yaklaşımın ne kadar sağlıklı olacağını bilemiyorum ama şundan eminim şahsım adına her ne kadar tercihlere saygı duysam da kendi türümün kendisini yok etmesine razı gelemiyorum. razı gelemememin altında tamamen genetik kodlarımdaki türümü var etme güdüsü olabilir.
gerçi sekiz milyara dayanmış nüfus yine de siz bilirsiniz. unutmayın ki intihar etmenin yasal sorumlulukları var, hayatta kalırsanız devlet babadan dayak yiyeceksiniz. çünkü yasssak hemşerim, cezai müeyyidesi var.
ah, siz aklı başında olanlar! diye gülümseyerek seslendim. tutku! sarhoşluk! çılgınlık! öylesine rahat, öylesine katılımsız duruyorsunuz, siz ahlâk insanları! içeni azarlıyor, saçmalayandan nefret ediyorsunuz, papaz gibi geçip gidiyor ve sizi onlardan biri gibi yapmadı diye, kaba sofular gibi tanrı'ya şükrediyorsunuz. ben bir defadan fazla sarhoş oldum, tutkularım çılgınlıktan hiç de uzak değildi, ikisinden de pişmanlık duymuyorum: zira, büyük bir şey, olanaksız görünen bir şey yapan bütün sıra dışı insanların oldum olası sarhoş ve deli olarak çağrıldıklarını kendi ölçülerim içinde kavramak zorunda kaldım. ama sıradan yaşamda da iyi kötü serbest, soylu, beklenmedik bir iş yapan herkesin ardından şöyle denilmesine dayanılmaz: bu insan esrik, o çılgın! utanın, ey ayıklar! utanın, ey bilgiçler! bunlar yine senin kuruntuların, dedi albert, her şeyi abartıyorsun, hiç değilse, burada sözü edilen intiharı büyük eylemlerle karşılaştırmakta herhalde haksızsın: bu hareket aslında bir zayıflık işaretinden başka bir şey değil. elbette ölmek, eziyetli bir yaşama metanetle dayanmaktan daha kolay. tartışmayı kesecektim; zira bütün kalbimle konuşurken, birinin böyle anlamsız bir boş sözle karşıma çıkması kadar hiçbir gerekçe beni böyle çığrımdan çıkarmaz. ama bunu sık sık duyup kızdığım için, yine de kendimi tuttum ve ateşli ateşli karşılık verdim: buna zayıflık mı diyorsun? rica ederim, görüntüye aldanma. bir zalimin dayanılmaz boyunduruğu altında inleyen bir halk, sonunda patlayıp zincirlerini kırarsa, ona zayıf diyebilir misin? evini alevler saran bir insan, bütün kuvveti gerilip, sakinken yerinden oynatamayacağı yükleri kolayca taşırsa ona; hakaret görmenin öfkesiyle altı kişiyle birden dövüşüp alt eden birine, zayıf denir mi? ve azizim, gayret güçlü olmaksa, niçin o zaman aşırılık bunun karşıtı olsun? −albert yüzüme bakıp konuştu: kusura bakma, ama söylediğin örnekler buraya hiç uymuyor. − olabilir, dedim, karşılaştırmalarımın tırmalayıcı olduğu bana çok söylendi. gel bakalım, hayatın aslında tatlı yükünden kurtulma kararı veren insanın ruh halini başka türlü canlandırabilir miyiz? ancak aynı şeyi duyumsayabilirsek, bir şeyden söz etmek hakkımız olabilir. İnsan tabiatının, diye devam ettim, sınırları var: sevinç, üzünç, acıları bir ölçüye kadar kaldırabilir ve bu aşılırsa, mahvolur. yani sorun burada, birinin zayıf ya da güçlü olması değil, acısının ölçüsüne dayanıp dayanamayacağıdır − ister ruhsal, ister bedensel olsun; şunu söylemek de bence şaşılası: intihar eden insan ödlek, buna karşılık, hummalı bir ateşle ölen insana ödlek demek uygun değil. aykırı, çok aykırı, diye bağırdı albert. − düşündüğün kadar değil, karşılığını verdim. bana hak veriyorsun: tabiatın saldırıya uğrayıp kuvvetini kısmen yitirmesine, kısmen de kuvvetten düşüp tekrar ayağa kalkamamasına, mutlu bir devrimle hayatın olağan akışına bir daha kavuşamamasına ölümcül hastalık diyoruz. İşte, azizim, gel şimdi bunu zihne uygulayalım. İnsanı kendi sınırlılığı içinde gör, büyüdükçe büyüyen bir tutkunun onu sonunda bütün sakin akıl gücünden edinceye, onu mahvetmeye varan izlenimlerin etkisine, fikirlerin çöreklenmesine bak. rahat, akıllı insanın, mutsuzun halini görmesi boşuna, onu iknaya çalışması boşuna! tıpkı hastanın yatağı başında duran sağlıklı kişinin, ona kendi gücünden bir damla bile aktaramaması gibi. albert için bu çok genel bir sözdü. ona bir süre önce suda ölü bulunan kızı anımsatarak, öyküsünü tekrar anlattım.
(bu kısımda kızın hikayesini anlatıyor, daha da uzamasın diye o kısmı sizinle paylaşmıyorum.)
− bak, albert, bu kimi insanların öyküsüdür! haydi de, bu bir hastalık hali değil mi? doğa, karmakarışık ve çelişkili güçlerin labirentinden çıkış yolu bulamaz ve insan ölmek zorunda kalır. vay bunu seyredip şöyle diyebilene: budala kız! beklemiş olsaydı, zamanın etkisine bırakmış olsaydı, çaresizliği geçmiş, bir başkası onu teselli için karşısına çıkmış olurdu. − bu da sanki biri şöyle der gibi: ahmak, ateşten ölüyor! kuvvetini toplayıncaya, can suları iyileşinceye, kanının curcunası duruluncaya kadar beklemiş olsaydı: her şey iyi olurdu ve şimdi hâlâ hayatta olurdu! bu karşılaştırmayı yeterince somut bulmayan albert, daha bazı karşı görüşler getirdi, bu arada şunu: ben yalnızca alık bir kızı anlatmışım; ama böyle dar kafalı olmayan, ilişkileri daha iyi görebilen akıllı bir insanın nasıl hoş görülebileceğini anlayamıyormuş. − dostum, diye çıkıştım, insan insandır, belki sahip olduğu birazcık aklı da, tutku kudurup, insanlığın sınırları onu sıkıştırınca, çok az işe yarar ya da hiç yaramaz. daha doğrusu – bunu da başka bir zaman, deyip şapkama uzandım. ay, kalbim öylesine doluydu − ve birbirimizi anlamadan ayrıldık. bu dünyada birinin diğerini kolay anlamaması gibi.
...
~
[ goethe - genç werther'in acıları ]
(bkz: yaklaşıyor yaklaşmakta olan)