eyyamı bahur -gülesim geliyor bu isme- sıcaklarının olduğu şu günlerde yağmurlu bir geceden merhaba herkese. bugün biraz iç dökme ile katılıyorum aranıza çünkü neden olmasın? bilmiyorum daha önce bahsettim mi ama burası artık benim 8-10 yıl önceki halimi hatırlamak için, o zamanki ben ne düşünürdüm diye kendime sığınmak için döndüğüm yer oldu. yine aklımda kocaman bir soru: kabullenmek mi gerek?
insan doğası gereği -yani uydurdum bu bilgiyi ama olsun- ister istemez her duygusuna, her davranışına karşılık bekliyor, içten içe beklentisi oluyor ya da bazen karşısındaki insana nazaran çok daha hassas olabiliyor. aynı şekilde yeri geliyor kendine de zalim oluyor, bunu mu demeliydim bunu mu yapmalıydım… bu aslında insanı çok kemiren bir durum. oysaki bilmek gerek; insanlar bizden uzaklaşabilir, iletişim kurmak istemeyebilir, önemsemeyebilir, bağı koparabilir. ama sanki böyle aramızda sözsüz, sonsuz anlaşmalar varmış gibi karşımızdakinden de bizimle aynı duyguları, tepkileri bekliyoruz ve aksi durum bizi yaralıyor. yani onun fikri değişebilir, artık bizi sevmediğine bile karar vermiş olabilir. çok basit bir denklem gibi görünse de en azından kendi açımdan söyleyeyim, sindirmesi çok zor bir süreç.
özellikle insan ilişkilerinin artık bu denli benmerkezci olduğu bir dönemde birini hayatımızda tutmak da zorlaşıyor. insan kabul edemiyor; elbette önemliyim, duygularım düşüncelerim kıymetli. biriciğim. ancak diğer herkes için de öyle, herkes kendine göre biricik. benim kıymetli olmam, karşımdakine olan sevgimin büyüklüğü, belki mücadele isteğim; benim duygularımı onun duygularından daha değerli mi yapar? “sen elmayı seviyorsun diye, elma da seni sevmek zorunda mı?” :) asıl erdem koşulsuz kabulden geçmiyor mu? belki de tek ihtiyacım bu. yormadan, yargılamadan, öylece, kendisi gibi, kendim gibi kabul etmek. o zaman, yazının başında sorduğum soruyu sizlere tekrar soruyorum; kendim ise kendimi cevaplamış bulunuyorum. evet, kabullenmek gerek.
aklıma lisans tezimin teşekkürler bölümüne ölen köpeğimin tam sayfa fotoğrafı ve büyük harflerle kıymetli oğlumun değerli ve sevgi dolu anısına.. yazıp danısman hocama kabul ettirmeye çalışmam geldi.hocalarını sana yardımcı olan insanları yazmalısın demişti.kimseden yardım almamakla birlikte,o ölen hayvanın bana sağladığı desteği,sevgiyi hiç kimse sağlayamadı sağlayamazda tekrardan sinirlendim,ne vardı lan izin verseydiniz,ne olurdu yani.bu sefer yazacağımın teşekkürler bölümüne eşşek kadar “in a loving memory of ....” yazmazsam ne olayım ben.
2014 yılında henüz 18 yaşında koca bir çocukken çok sevdiğim bir hocamızın ' benim dörttebir hukukçularım' hitabından esinlenerek dörttebirhukukçu olarak bu mecraya giriş yaptım. yolu yarıladığımı sandığımda artık koca bir çocuk değil omuzlarındaki yükleri taşımakta zorlanan küçük bir kadındım. dörttebeşhukukçu olarak buraları terk etme umudunda olduğum şu sıralarda çok düşünüyorum.' - eee sen neler yapıyorsun?' sorusuna verilen ' - okuyorum cevabının ' içinde ne çok mücadele barındırdığını, 'sizin için çalışıyoruz, her şey sizin için, sizin için yaşıyoruz' edebiyatı yapan ailemin neden bir kere 'nasılsın, hiçbir şey senden kıymetli değil'demediğini, yalandan da olsa mezuniyet günümde tebrik beklediğim dayımın ' o cübbe asıl annenin hakkıydı' demesinin kendimi nasıl değersiz hissettirdiğini; lafa geldiğinde arkadaş gibi olduğumuzu iddia edip sadece bütün sıkıntılarını üstüme kusmakla yetinen, kocasının aynı zamanda benim babam olduğunu unutan anneme ne kadar kızgın olduğumu.... herkesin sorunlarla başa çıkabilme potansiyeli aynı değil, şu sıralar içinde bulunduğum psikoloji derdimin çok olmasından değil bunlarla başa çıkamamamdan;kızgınlıklarımı, kırgınlıklarımı ardımda bırakamamamdan... 7-8 yaşındayken annemin kardeşimi eve gelen misafirlere - işte bu benim umudum diye tanıtmasını unutamıyorum mesela, ne için söylediğini hatırlamasam da -senden umudu kestim dediği aklımda... bizim için ne kadar çabaladıklarını, sıfırdan başlayıp ne kadar çok yol aldıklarının farkındayım, hep farkındaydım, 'yok'tan hep anladım. dünyaya gelmeyi ben seçmedim bana bakmaya mecburlar demedim hep yaptıklarının karşılığını vermek için yaşadım, onları hayal kırıklığına uğratmak en büyük korkum oldu, kendi hayal kırıklıklarımı hep sineye çektim. köpek gibi hep bir aferin bekledim. keşke biraz bencil olabilseydim, bu kadar yıpranmaz, güçsüz kalmazdım, belki o zaman 'hiçbir şey benden değerli değil' diyebilirdim. çünkü bir zaman sonra buna kendini inandırmak çok zor oluyor. dönüp baktığınızda hayatınızın 23 yılını ne kadar saçma sapan bir şekilde harcadığınızı, halden anlayan çocuk olmanın omzunuzda koca bir yükle dolaşmak demek olduğunu fark ediyorsunuz... eğer aranızda anne baba olanınız varsa çocuklarınıza sizin projenizmiş gibi davranmayın, başarısız olduğunda nasıl fark ediyorsanız başarılı olduğunda da fark edin; onlar için yaptıklarınızı, vazgeçmek zorunda kaldıklarınızı nimet gibi yüzüne vurmayın ... telafisi güç olabiliyor. size olan siniri, kırgınlığı size olan sevgisini, sizi kırma ihtimalinin korkusunu aşamadığından siz farkına bile varmadan bu hayata ancak ilaçlarla katlanabilecek hale geliyor...
'sitemizin kıymetli müdavimleri mutlaka cevap verecektir. ' buradaki kıymetli müdavimler biz oluyoruz, hepiniz hoşgeldiniz, her türlü soruyu sorabilirsiniz
üniversitemizi yeni kazanan arkadaşlar, sitemize de hoşgeldiniz 🙂
aklınıza takılan soruların birçoğu sitemizin soru&cevap bölümünde daha önce soruldu. ufak bir arama ile merak ettiğiniz şeyler hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. yok ben farklı şeyleri merak ediyorum diyorsanız yine aynı bölümden soru sorabilirsiniz. sitemizin kıymetli müdavimleri mutlaka cevap verecektir.
omü şimdiden hepinize hayırlı olsun 😊
aklınıza takılan soruların birçoğu sitemizin soru&cevap bölümünde daha önce soruldu. ufak bir arama ile merak ettiğiniz şeyler hakkında bilgi sahibi olabilirsiniz. yok ben farklı şeyleri merak ediyorum diyorsanız yine aynı bölümden soru sorabilirsiniz. sitemizin kıymetli müdavimleri mutlaka cevap verecektir.
omü şimdiden hepinize hayırlı olsun 😊
ne güzel eskiden ara sıra hayattan keyif alıyordum nebilim kedi köpekle kumlarda yuvarlanıyordum sabah sabah milleti selamlıyodum :d böyle şeylerle eskiden arada mutlu oluyordum geçen bi deniyim dedim ı-ıh olmadı abi içim çürümüş,bundan daha dipte olamam sanırım bakalım yükselicek miyim aynı mı kalıcam,hani nasıl yükselicem onu da bilmiyorum memlekete gitsem bi işe yaramıcak çok uzun süre geçti tanıdığım herkes farklı ülkelere gitti kaldım böyle tek başıma :d heralde işin sonunda delirip insanlardan iyice uzaklaşıp atla kediyle köpekle yaşicam,ara sıra bi dengem değişiyor evet kabul ediyorum :d ama ne lan olsun o kadar çok zor şeyler yaşadım ben :( şaka bi yana bazen duygu durumum değişiyor evet farkındayım ama iyi bir durumda da değilim oyüzden oluyor bunu burda paylaşmak biraz olsun beni rahatlatıyor yoksa okuyan canım takipçilerim ve siz kıymetli insanların beyinlerini yaktığım için çok üzülüyorum napim lan mazur görün benide.seviyorum sizi dikkat edin kendinize..:d
efeniim selamlar!
laf söz arasında aklıma geldi bir kaç şey zırvalayayım dedim. "biz çocukken" bundan daha da küçükken yani, tahminen velet iken komşu çocuğunun bilgisayarı değil de atarisi vardı. olmayanların ise hiperaktif manyak bir çocukluğu. İtiraf ediyorum ben atarisi olan şu komşu çocuğuydum ama bu hiçbir zaman çılgın çocukluğuma engel olamadı. ağaç dallarının lades kemiğine benzeyen kısımlarını bulur sapan yapıp millete suikast girişimleri düzenlerdik. kafası gözü dağılan yaşıt veletlerimiz "anneaaağğ" diye ağlayarak eve koştururken biz de yeri gelir kendimizi onlardan biri olarak bulurduk ki namussuzlar az ağlatmadılar. genellikle taş değil de ağaçta yetişen bezelye türevi yeşil yeşil mermilerimiz olurdu. (çok da acıtırdı, ağlatması normal.) o dönemlerde 1 lira yerine 1 milyon vardı, fazla zengindik. sahip olduğumuz 1 milyon bozukluk yerine bir kağıt parçası idi. şimdilerin 50 kuruşu o zamanları 500'ü idi ve kusura bakma 1 liracığım boyut olarak seni gebertirdi. 5 kuruş en küçük para dilimimiz değildi o zamanlar, bizim en küçüğümüz 1 kuruş'tu. şimdilerde 10 kuruştan aşağı alamadığımız sakızları biz 1 kuruş abimiz sayesinde 5 kuruşa 5 tane sakız gelecek şekilde hunharca çar çur ederdik. eskimolarımız vardı bir de! meybuzlarımız yani. çubuğun bitiş kısmına doğru düğüm atar (evet evet düğüm tecrübem buradan geliyor.) ilk bulduğumuz kaldırıma oturarak yol kenarından bulduğumuz avucumuzdan büyük bir taş ile eskimoyu tuzla buz ederek yemeye hazır hale getirirdik. tuzla buz olan meybuzumuz çubuğundan çok pişmiş etin kemiğinden bir çırpıda ayrılışına özenerek tek celsede ayrılırdı. çubuğumuz ayrıldı mı? ayrıldı. attığımız düğümü daha da sağlamlaştırıp en alt köşesine minik dişlerimiz ile bir delik açardık. (dişi dökülmemiş olanlar çok şanslıydı.) sonra hüplet gitsin! her sabah "simiaatçiğğğh" sesleri ile uyanır "anağ anağ varsın çek git şurdan bana bir simit al." şeklinde sızlanırdık. anne yüreği işte, dayanamaz alırdı. düşen susam tanelerine çocukluğumuzu bırakır bir kuşun gelip midesine indirmesine sebep olurduk. bayram harçlığımız vardı, "-dı" diyorum çünkü büyüdükçe "eşek kadar oldun ne harçlığı?" cümlesinin arkasına sığınarak kestiler elimize geçen maaşımızı. İşte o bir zamanlar var olan harçlıklarımız ile her bayram suikast girişimlerimize devam etme amacı güden tabancalar alırdık. (tabii ki de su tabancası değil! bildiğin boncuk boncuk mermileri vardı.) mermilerimiz bittikçe 10 kuruş verip ekstra mermiler alırdık ama renk renk! mavi vardı, kırmızı vardı, mor vardı, sarı vardı, vardı da vardı. ben hep sarıları alırdım, nedendir bilinmez. bir de bu paraların kurban olduğu çatpatlar vardı. belki bilmeyenler, görmeyenler, ilk kez duyanlar, bilip de ismini hatırlamayanlar vardır. bu sebeple bu resim o şahıslara;
İşte bu naçizane bok rengi şey (siz pembe sıçıyorsanız üstünüze alınmayın.) meybuzlarımızı kırdığımız taşlar ile ortalığı duman ederdi. vur bir tanesine ve çat! vur bir daha pat! şimdi ayıktın mı ismi nereden geliyor? aferin. bunlara kafa göz dalan torpiller vardı bir de ama benim kaba etim hiç yemedi onu ateşlemeye. evet tırsaktım. elimden kıymetli misiniz lan? değilsiniz. o zamanlar "inşaata topu kaçtı." denilmezdi. cesur yürekli çocuklardık oğlum biz. "itolit git şuradan alçı kaçır da gel, biz k*çını kollarız." cümleleri eşlik ederdi bize. cidden de korurlardı, ciddili bak. şimdi diyeceksiniz ki "alçı ne alaka be .s" sabretsene evladım. kaç aylıksın sen? o alçıları yere seksek çizmek için kullanırdık. bizim pelinsu'nun ablası vardı hatçe o hep kelebek çizerdi. şimdilerde dudağını büzüştürüp karda yaptığı kelebekler ile meşhur kardeşi. beş taş oynardık lan. çok tatlı taşlar bulurduk, ismi gibi 5 tane. bir tanesini havaya at, yerden bir taş al, sen diğer taşı alamadan havaya attığın taş (tek elinle yapacaksın tabi her şeyi, aynı elinle yani.) düştü mü? öldün çık. bir de koca koca taşları üst üste koyup top ile devirmeye çalışırdık. yakar top vardı ayrıca diğer ismi ile ortada sıçan (yok gerçekten s*çan değil, farenin dayısı olan sıçan). topu tutan can tutmuş olurdu, millet tuttuğu canları başkalarına verirdi, ben vermezdim. neden veriyormuşum! güzeldi be benim çocukluğum. aklıma bunlar geliyor sadece ama bunun bir o kadardan fazlası da aklıma gelmeyenlerde var. çabuk geçti gibi frank.
laf söz arasında aklıma geldi bir kaç şey zırvalayayım dedim. "biz çocukken" bundan daha da küçükken yani, tahminen velet iken komşu çocuğunun bilgisayarı değil de atarisi vardı. olmayanların ise hiperaktif manyak bir çocukluğu. İtiraf ediyorum ben atarisi olan şu komşu çocuğuydum ama bu hiçbir zaman çılgın çocukluğuma engel olamadı. ağaç dallarının lades kemiğine benzeyen kısımlarını bulur sapan yapıp millete suikast girişimleri düzenlerdik. kafası gözü dağılan yaşıt veletlerimiz "anneaaağğ" diye ağlayarak eve koştururken biz de yeri gelir kendimizi onlardan biri olarak bulurduk ki namussuzlar az ağlatmadılar. genellikle taş değil de ağaçta yetişen bezelye türevi yeşil yeşil mermilerimiz olurdu. (çok da acıtırdı, ağlatması normal.) o dönemlerde 1 lira yerine 1 milyon vardı, fazla zengindik. sahip olduğumuz 1 milyon bozukluk yerine bir kağıt parçası idi. şimdilerin 50 kuruşu o zamanları 500'ü idi ve kusura bakma 1 liracığım boyut olarak seni gebertirdi. 5 kuruş en küçük para dilimimiz değildi o zamanlar, bizim en küçüğümüz 1 kuruş'tu. şimdilerde 10 kuruştan aşağı alamadığımız sakızları biz 1 kuruş abimiz sayesinde 5 kuruşa 5 tane sakız gelecek şekilde hunharca çar çur ederdik. eskimolarımız vardı bir de! meybuzlarımız yani. çubuğun bitiş kısmına doğru düğüm atar (evet evet düğüm tecrübem buradan geliyor.) ilk bulduğumuz kaldırıma oturarak yol kenarından bulduğumuz avucumuzdan büyük bir taş ile eskimoyu tuzla buz ederek yemeye hazır hale getirirdik. tuzla buz olan meybuzumuz çubuğundan çok pişmiş etin kemiğinden bir çırpıda ayrılışına özenerek tek celsede ayrılırdı. çubuğumuz ayrıldı mı? ayrıldı. attığımız düğümü daha da sağlamlaştırıp en alt köşesine minik dişlerimiz ile bir delik açardık. (dişi dökülmemiş olanlar çok şanslıydı.) sonra hüplet gitsin! her sabah "simiaatçiğğğh" sesleri ile uyanır "anağ anağ varsın çek git şurdan bana bir simit al." şeklinde sızlanırdık. anne yüreği işte, dayanamaz alırdı. düşen susam tanelerine çocukluğumuzu bırakır bir kuşun gelip midesine indirmesine sebep olurduk. bayram harçlığımız vardı, "-dı" diyorum çünkü büyüdükçe "eşek kadar oldun ne harçlığı?" cümlesinin arkasına sığınarak kestiler elimize geçen maaşımızı. İşte o bir zamanlar var olan harçlıklarımız ile her bayram suikast girişimlerimize devam etme amacı güden tabancalar alırdık. (tabii ki de su tabancası değil! bildiğin boncuk boncuk mermileri vardı.) mermilerimiz bittikçe 10 kuruş verip ekstra mermiler alırdık ama renk renk! mavi vardı, kırmızı vardı, mor vardı, sarı vardı, vardı da vardı. ben hep sarıları alırdım, nedendir bilinmez. bir de bu paraların kurban olduğu çatpatlar vardı. belki bilmeyenler, görmeyenler, ilk kez duyanlar, bilip de ismini hatırlamayanlar vardır. bu sebeple bu resim o şahıslara;
İşte bu naçizane bok rengi şey (siz pembe sıçıyorsanız üstünüze alınmayın.) meybuzlarımızı kırdığımız taşlar ile ortalığı duman ederdi. vur bir tanesine ve çat! vur bir daha pat! şimdi ayıktın mı ismi nereden geliyor? aferin. bunlara kafa göz dalan torpiller vardı bir de ama benim kaba etim hiç yemedi onu ateşlemeye. evet tırsaktım. elimden kıymetli misiniz lan? değilsiniz. o zamanlar "inşaata topu kaçtı." denilmezdi. cesur yürekli çocuklardık oğlum biz. "itolit git şuradan alçı kaçır da gel, biz k*çını kollarız." cümleleri eşlik ederdi bize. cidden de korurlardı, ciddili bak. şimdi diyeceksiniz ki "alçı ne alaka be .s" sabretsene evladım. kaç aylıksın sen? o alçıları yere seksek çizmek için kullanırdık. bizim pelinsu'nun ablası vardı hatçe o hep kelebek çizerdi. şimdilerde dudağını büzüştürüp karda yaptığı kelebekler ile meşhur kardeşi. beş taş oynardık lan. çok tatlı taşlar bulurduk, ismi gibi 5 tane. bir tanesini havaya at, yerden bir taş al, sen diğer taşı alamadan havaya attığın taş (tek elinle yapacaksın tabi her şeyi, aynı elinle yani.) düştü mü? öldün çık. bir de koca koca taşları üst üste koyup top ile devirmeye çalışırdık. yakar top vardı ayrıca diğer ismi ile ortada sıçan (yok gerçekten s*çan değil, farenin dayısı olan sıçan). topu tutan can tutmuş olurdu, millet tuttuğu canları başkalarına verirdi, ben vermezdim. neden veriyormuşum! güzeldi be benim çocukluğum. aklıma bunlar geliyor sadece ama bunun bir o kadardan fazlası da aklıma gelmeyenlerde var. çabuk geçti gibi frank.